3 MAYIS 2020

0
377

Bugün, bundan 76 yıl önce (3 Mayıs 1944) tarihe “Türkçülük Turancılık davası” diye geçen hadiselerin yıl dönümü.

Dönemin baskıcı, otoriter bir zihniyete sahip tek parti iktidarının (CHP iktidarı) sırf Sovyetlere yaranmak maksadı ile bir grup Türk milliyetçisi aydını “hayali ırkçılık, Turancılık” suçlamasıyla başlattığı yargılamaların başlangıç günü. Bu suçlama ve yargılamalar o dönemin Türk milliyetçileri üzerinde büyük zulüm ve baskılara dönüşmüştü. Türk milletini sevmenin ve yüceltme arzusunun, Türk milletinin varlığına yönelen yabancı ideolojilere ve devlet kadrolarına sızmış ve hep müsamaha görmüş bu yabancı ideoloji mensuplarının zararlarına dikkat çekmenin bedelini çok ağır bir şekilde ödetmeye çalışmışlardı.

Milliyetçiliğin bir suç gibi gösterilmesi ve sanık sandalyesine oturtulması gelecek nesillerin fikri şahsiyetinin oluşmasında da çok zararlı sonuçlar doğurmuştu.

3 Mayıs 1944’te her türlü baskı, zulüm, keyfi yönetim anlayışına karşı Türk’e yaraşır bir iman, cesaret ve vakarla Ankara cadde ve sokaklarını doldurarak “kıyam” kalkan meçhul kahramanları sonsuz şükran, minnet ve rahmetle yad ediyoruz.

Günümüzde de Türk milliyetçisiyim diyen her ferdin, her grubun, her derneğin ve her siyasi partinin aynı yüksek şuur ve anlayışla devlet yönetiminde şahit olunan keyfi tasarruflara, zorbalığa, hukuksuzluğa, liyakatsizliğe, kibir ve büyüklenmeye, tahakküme ve her türlü haksızlığa karşı meşru zeminde “kıyam”a kalkmasını temenni ediyoruz.

Bu tarihi yıldönümünün öznesi yine her zamanki gibi “Türk” ve “Türklük” olduğuna göre bunu güçlü kalemi, yüksek imanı ve şairane üslubu ile en güzel şekilde ifade eden değerli hekim, fikir adamı, Dr. Mehmet Güneş beyin yazısını sizlerle paylaşıyorum.

TÜRK KİMDİR, TÜRK OLMAK NEDİR?

* * *

Bu yazı; göğsünü gere gere “Ben Türk’üm!” diyebilenler tarafından şevk ile bir kere;     Türk vatanında hürriyet içinde yaşadığı, Ay-Yıldızlı bayrağımızın mübârek gölgesinde âsûde bir hayat sürdüğü ve Türk devletinin bütün nîmetlerinden yararlandığı hâlde;  Türk milletine mensûbiyet şuuru taşımayıp yüreğinden gelerek  “Türk’üm!” demeyenler, diyemeyenler; Türklüğü hâlâ bir etnik kimlik zannedip, “Türk olmanın, Türk doğmaktan çok öte bir şey”[1] olduğunu bilmeyenler, bilemeyenler; Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından övülen, Dîn ü Mübîn-i İslâm uğruna en çok şehit veren, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”[2] diye vasfedilen “hâlis Türk”ü “mekruh” (!?!) görenler, gösterenler; “Türk milleti” sözünü kullanmamaya çok büyük özen  gösterirken, kendi etnisitelerini her zaman ve her yerde özellikle dile getirenler; ancak Mehmetçik için yapılan konuşmalarda ve duâlarda Türk ismini zikretmeyenler, zikredemeyenler¸ Türk’ü İslâm’dan ayırmak ya da İslâm’ı Türk’ten koparmak gâyesiyle hareket edenler, ettirilenler; İslâm’dan tamamen yalıtılmış bir Türklük ihdâs etmek isteyen ırkçılar ile “etnik  fitne” sevdâlısı bölücülerin değirmenine su taşıyıp bilerek veya bilmeyerek  bu aziz milletin atomize edilmesine çanak tutan ve millî kültürsüz, kimliksiz, vatansız ve milliyetsiz bir Müslümanlığı (?) İslâm (!) zanneden aklı evveller tarafından mükerreren okunmalıdır.

* * *

                                                     TÜRK KİMDİR?

 “Şol gökleri kaldıranın,
Donatarak dolduranın,
“Ol” deyince olduranın,
Doksan dokuz adı ile…”
[3]

Türk; Hz. Nûh(a.s.)’un torunu, Yafes’in oğlu Türk’ün ahfâdı olarak tarih sahnesine çıkıp Ergenekon’da demir dağları eriten, Oğuz Han’la Uluğ Türkistan’a hükmedip “Gökyüzünü çadır, güneşi tuğ” bilen, tarihte papaya diz çöktüren tek hükümdarolan Hun İmparatoru “Tanrı’nın Kırbacı” Atilla’yla Avrupa’yı titreten, Bilge Kağan’la; Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçealtta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir!” diyerek Orhun Abidelerinden seslenen, dünya tarihinin bilinen 2200 senesinin 1600 yılında süper güç olarak âleme nizam veren ve târihî sicili tertemiz on altı büyük cihan devleti kuran çok aziz ve asil bir millettir.

Türk; Ötüken’den yola çıkıp Mekke’nin Tevhîd nûrunda yıkanan, “Gül” aşkıyla yüreğinde sönmeyen bir îman ateşi yakıp gönülleri İlâhî sevdâlarla kanatlandıran, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni cihad ruhuyla taçlandırıp nice “Feth-i Mübîn”e imzâ atan,  Sultan Alparslan’la Anadolu’nun kapılarını bu millete kapanmamak üzere açan, Selçuklu sultanlarıyla Haçlı Seferleri’ni durduran, Fâtih Sultan Mehmed Han’la “Konstantiniyye”yi[4]*  fethedip Allah Resûlü(s.a.v.)’nün “ni’me’l-emir”[5]ve “ni’me’l-ceyş”[6] tebşir ve iltifâtına  mazhâr olan ve üç kıt’a yedi denizde “Î’lâ-yı- Kelîmetullah Sancağı”nı[7] bin yıldan beri şerefle dalgalandıran ve Yahyâ Kemâl’in Millî Mücâdele sırasında;

“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gâlib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.”

dizeleriyle ifâde ettiği “Cündullah”[8] sıfatlı millettir.

Türk; varlık sebebimiz ve hayat gâyemiz olan İslâm ile hayatın gerçeği olan Türklüğümüzü Kur’ân ve Sünnet parantezinde tevhîd eden, Yesevî dergâhlarında Türklük hamuru İslâm mayasıyla yoğrulan; kalpleri Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) aşkıyla dolan, ifrat ve tefritten âzâde kalan, Muhammedî muhabbetle, Ehl-i Beyt sevgisiyle ve “eşref-i mahlûkât”[9]olarak yaratılan insana duyulan saygıyla gönül fetihlerine çıkan, hem gerçek bir cengâver, hem de takvâ sâhibi bir mü’min olup inançlarımızı kültür değerlerimizle ve asâletimizi de cihangirliğimizle hemhâl eyleyen Alperen sıfatlı Muhammed ümmetidir.

Türk; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”[10] emr-i İlâhîsine uymak gâyesiyle kâvî bir îman taşıyan, Allah (c.c.) için, Allah (c.c.) adına ve Allah (c.c.) aşkıyla cihada çıkan, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yolundan gitmeye ve O’nun ahlâkıyla ahlâklanarak kâmil bir mü’min, örnek bir insan  olmaya çalışan, “gönül fezâsında” “yıldızları tesbih tesbih çeken”[11] ve Allah Dostları’nın rahlesinden kemâlât ufkuna bakan mücâhitlerdir.

Türk; “Îman ile, erdem ile, aşk ile” “insanlığı kenetleyen bağ” ve “bir aşılmaz dağ”[12] olan “canını Cennet karşılığında”[13] Allah yolunda hiç düşünmeden fedâ eden,  “İnsanların en üstünü Allah yolunda canıyla ve malıyla cihâd eden kimsedir.”[14] Hadîs-ı Nebevîsini  rehber edindiği için; ‘Mademki ölüm var ve her insan bir kere ölecek¸ o da neden Allah yolunda olmasın ve neden ecelimiz şehâdetle noktalanmasın. Nasîb eyle Yâ Rabbî!’ niyazıyla duâ eden, Çanakkale’de; İslâm tarihinde ilk olan ve başka emsâli olmayan bir hâdiseyi gerçekleştirerek “ölmeden önce kendi cenâze namazını kılan”,  büyük bir aşk ve iştiyakla rütbe-i şehâdete nâil olmayı cana minnet bilen ve  “Oğuz Han nesli”nden gelen “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”tir.[15]

Türk;  İlâhî Beyân’ın “Mü’minlere karşı yumuşak ve merhametli, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olan; Allah yolunda mücâhade eden, hiçbir kınamacının kınamasından çekinmeyen”[16], ifâde buyurduğu târife en çok uyan, zâlimin karşısında sözünü dudaktan, gözünü daldan budaktan sakınmayan, mazlumu kimliğine bakmadan koruyan ve kollayan; hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle hemhâl olan, Hz. Hamza (r.a.) duruşlu, Kürşad tavırlı ve Yunus gönüllü “Kadife eldiven içindeki çelik yumruk”tur.[17]

Türk; Sahâbe-i Kirâm Efendilerimizden sonra İslâm’a en büyük hizmeti yapan Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan Gazneli Mahmud’a, Ahmet Yesevî’den Yunus Emre Hazretlerine,  Îmâm-ı Buhârî’den Fârâbî’ye, Tuğrul ve Çağrı Beylerden Sultan Alp Arslan’a, Osman Gâzi’den Abdülhamid Hân’a ulaşan çizgide Kur’ân aşkıyla coşan; Kürşad’la Çin sarayında, Nureddin Zengi’yle Mescid-i Nebevî’de, Selahaddin Eyyûbî’yle Kudüs’te, Murad Hüdâvendigâr’la Kosova’da,Yıldırım Bayezid’le Niğboğlu önlerinde, Ulubatlı Hasan’la İstanbul surlarında,  Kânûnî Sultan Süleyman’la Mohaç Meydanı’nda, Dördüncü Murad’la, Bağdat kapılarında, Malkoçoğluyla Tuna boylarında,  Tiryaki Hasan Paşa’yla Kanije burçlarında, Gâzi Osman Paşa’yla Plevne’de, Enver Paşa’yla Çanakkale’de, Fahreddin Paşa’yla Medîne Müdafaası’nda, Mustafa Kemâl Paşa’yla Millî Mücâdele’de bayraklaşan, kanıyla, canıyla ve îmanıyla ismini tarihe altın harflerle yazdıran muvahhit bir millettir.

Türk; inanç, edep ve cihat noktasında sıradan bir dindarlıkla değil; “Türk Müslümanlığı”[18] diye vasfedilen kahramanlık burcundaki duruşuyla,  küffâra karşı savaşta en önde ve en cengâver kılıç vuruşuyla, “Lâle”ye müştak “Gül” aşkını şâhikalaştıran anlayışıyla, ehl-i Kıbleyi tekfir eden akımlara karşı kat’î tavır alışıyla; merhameti, müsâmahası, zarâfeti, cesâreti, celâdeti, metâneti, vakur yapısı, estetik kavrayışı ve ilmî kemâlatıyla öne çıkan Kılıç Arslan’dır,  Fâtih Sultan Mehmet’tir, Yavuz Sultan Selim Han’dır, Kânûnî Sultan Süleyman’dır, Genç Osman’dır; İmam Mâturîdî’dir, Süleyman Çelebi’dir, Ali Şîr Nevâî’dir, Kâşgarlı Mahmud’dur, Şâh-ı Nakşıbendî’dir; Mîmar Sinan’dır, Kayışzâde Osman’dır, Ahmed Şemseddin Karahisârî’dir, Buhûrizâde Mustafa Itrî’dir, Nâbî’dir, Fuzûlî’dir, Şeyh Gâlib’tir; Nâmık Kemâl’dir, Mehmet Âkif’tir, Necip Fâzıl’dır, Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu’dur, Abdurrahim Karakoç’tur; Oktay Sinanoğlu’dur, Fuat Sezgin’dir, Aziz Sancar’dır…

Türk, sosyolojik olarak sâdece bir ırkın, bir soyun ismi olmayıp; dîne, dile,  tarihe, coğrafyaya, ortak yaşama irâdesine dayanan gönüllü bir birliktelik olup; Türkmen’in, Kürt’ün, Arab’ın, Çerkez’in,  Abaza’nın, Arnavut’un,  Boşnak’ın, Pomak’ın, Laz’ın, Gürcü’nün ve gayrı müslim vatandaşların Al Bayrağın gölgesinde bir araya gelmesi, Türklüğün bir etnik kimlik değil bir kültür ve medeniyet mensubiyeti,  müşterek değerler manzumesini olarak “bin yıllık kardeşlik” şuurundan,  “aynı kilimin desenleri olma”  duygusundan ve  “Biz, hep birlikte Türk Milleti’yiz!”  hükmündeki birlik ve berâberlik  rûhundan feyz alıp “millî kimlik” sâhibi olandır.

Türk; tarihî ve içtimâî gelişimini tamamlamış, mensubiyet şuuruyla temâyüz etmiş bu toprağın insanlarının yüreklerinde  Ay-Yıldız aşkıyla şekillenen; bir inancı, bir umudu, bir ideâli bölüşen;  aynı kaderi, aynı tarihî, aynı cepheyi, aynı siperi, aynı sevinci, aynı acıyı  paylaşan, aynı dâvâ ve aynı sevdâ için vuruşan; imparatorluklar, milletler ve medeniyetler  mezarlığı olan Anadolu’da ayakta kalabilmek için “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek birbirine omuz veren, millî birlik ve beraberliğe gölge düşürmeden hep birlikte geleceğe yürüyen yüce bir milletin adıdır. Bu îtibarla Türk olmak; ana dili ne olursa olsun Türkçe’yi devlet dili ve bu toplumun müşterek lisan olarak konuşan,  Ay Yıldızlı Al bayrağın gölgesinde ortak geleceği birlikte yürüme arzusunu taşıyan, aynı ideâlleri sâhip olan, “biyolojik ırk”a değil, “içtimâî ırk”a[19] dayanan bir gönüllü birlikteliktir.  Bu îtibarla “millet” denilen içtimâî hakikat, katiyen Batı’nın “nation” kelimesinin müterâdifi olmadığı gibi, aslâ aynı mânâya da gelmemektedir. Zâten bize göre Türk olmak; ırkî bir asabiyet, İbni Haldun’un ifâdesiyle bir “nesep asabiyesi”[20]* değil, onun çok üstünde, çok ötesinde ve çok kapsayıcı bir “sebep asabiyesi”[21]* olup,  şehit kanlarıyla sulanmış bu aziz topraklardan neşet eden kültür ve medeniyet değerlerine hassasiyetlerle sahip çıkan, Türkçe konuşan, Türk’çe düşünen  bir mensubiyet şuuruyla “Ne mutlu Türk’üm diyene!..” sözünü basit bir slogan olmanın ötesinde, sosyolojik bir hakikat olarak idrâk edebilmektir.

Türk; sosyolojik olarak “millet” kavramını; ‘Îmanın, kanın ve duyguların yoğurduğu, dilin yaşattığı, uzun bir tarihî süreç içinde müşterek kıymet hükümlerinin şekillendirdiği,  aynı kaderi paylaşıp, aynı sevinci ve elemi birlikte yaşarken coğrafyanın vatan kılındığı, beraber yaşama irâdesinin, paydaş değerlerin ve ortak ideâllerin hayat bulduğu, millî kültürün biçimlendirdiği ve “neseb asabiyesi”nin çok üstünde yer alan ve çok daha geniş bir içtimâi gerçek olan  “sebep asabiyesi”nin mensubiyet şuuruna dönüştüğü irâdî bir topluluk’[22] diye târif edendir. Bu sebeple Türk olmak; değişik ırklara ve dillere, farklı etnik kimliklere, muhtelif mezheplere ve meşreplere mensup olsa da, ayrı coğrafyalarda yaşasalar da bu insanların, yukarıda ifâde ettiğimiz pek çok unsurun meydana getirdiği ortak bir sosyolojik bağ olan müşterekler temelinde bir araya gelmesidir. Türk olmak; ‘kimsenin biyolojik verâsetini tayin irâdesine sahip olmadığı, ancak ‘içtimaî ırk’ın tercihe açık olduğu’ gerçeğinin yanında; biyolojik ırkçılığın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, buna mukâbil millet denilen içtimâî gerçeğin  birleştirici ve bütünleştirici özelliklere sahip olduğunu ilmî bakımdan çok iyi bilmek; tarihin tanıklığında, millî kültür vasatında ve aynı medeniyet  dairesindeki sosyolojik  gelişim sürecinin hitamında bir rûhî kıvama ermektir. Türk olmak; soy bakımından Arnavut olan, ancak Millî Mücâdele’nin en önemli destan kahramanlarından olup Türk’ün İstiklâl Marşı’nı yazan Hazreti Âkif’in;  

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz;
Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin.”
[23]

dizelerinde büyük bir vukûfiyetle ifâde ettiği millet gerçeğini ve Türk Milleti’nin târihî mefâhiriyle yeniden buluşması gerekliliğini bütün cihana en üst perdeden haykırmaktır.

Türk;  “Sancağın düştüğü yerden yeniden yükseleceğini”“Yitiğin, kaybedildiği yerde aranacağınıçok iyi bilen ve ihtişamlı bir mâziyi muhteşem bir âtîye taşımak için medeniyet tasavvuru olan, tarih şuuruna sahip millî bir hareketin Anadolu’da yeniden ayağa kalkacağına ve Tevhîd Sancağı’nın Türk Milleti tarafından yeniden dalgalandırılacağına bütün kalbiyle îman eden, Türkiye’yi lider ülke yapma ideâliyle birlikte Nizâm-ı Âlem Ülküsü’nü  gâye edinen, damarları dolduran asil kan ve yüreğindeki âteşin îmanla Allah (c.c.) ve Türklük düşmanları karşısında bir Köroğlu edâsıyla duran ve;

“Ben, milletim uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun îmanı, bin eğriyi düzeltir…
Zulüm Azrâil ola hep Hakk’ı tutacağım,
Mukaddes dâvâlarda ölüm bile güzeldir…”[24]

dizelerini “kâl” olmaktan çıkarıp “hâl”e dönüştürendir.

Türk, -bütün cihan ve ihtiyar tarih şahittir ki-; “Allah var, gâile yok!” inancını diline tespih etmeyip, hayatının her hâline  vird-i zebân eyleyen,  İ’lâ-yı Kelimetullah sancağını göklerde ve gönüllerde dalgalandırmak aşkı ve cehdiyle Allah(c.c.)’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, zalimlerden aslâ ayak çekmeyen, kimseye eyvallah etmeyen ve zinhar  recüliyet eksikliği göstermeyen“kırk çatal yürekli”[25] bir insan ve kavî îmanlı bir Müslüman olarak;

“Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn için,
Allâh’adır tevekkülümüz îtimâdımız.”[26]

(Alçak dünya için aşağılık kişilere boyun eğmeyiz
Tevekkülümüz Allah’adır, Allah’a güveniriz.)

diyendir.

Türk; “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz”[27] anlayışıyla hedefe yürüyen,  “Allah, vatan ve millet” yolunda mücâdele edip; “..Lâ tahzen innallâhe me’anâ..”[28]  İlâhî hitabına bütün varlığıyla îman eden,  “Vîrân olası hânede, evlâd-ü ıyâl var…”[29] demeyen; anadan, yârdan ve serden geçmeden,  hânenin vîrân olmasını göze almadan çıkılan yolun menziline ulaşamayacağına çok iyi bilen, inandığı değerler uğruna bedel ödemekten çekinmediği için;

 “Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin;
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten”[30]

hitabıyla dünyadaki bütün zâlimlere meydan okuyan ve “Dünyayı dünyada boşayıp gitti”ği[31] için de;

“İnsan büyür beşikte,
Mezarda yatmak için.
Kahramanlar can verir,
Yurdu yaşatmak için…”[32] 

inancı ve “Kızıl Elma” ideâliyle son nefer, son nefes, son damla kana kadar” “Heybetiyle ölümü korkutan Hz. Hamza (r.a.)”[33] gibi ölümün üzerine göz kırpmadan yürüyendir.

Türk; İslâm ahlâk ve fazîletiyle, bu aziz milletinin cesâret ve asâletinin terkîbini yapan; “din ü devlet, mülk ü millet”, nâmus, bayrak, ezan, hak, adalet ve mukaddesât uğrunda kahramanca savaşan, “Allah tarafından ne kadar sevildiğinizi öğrenmek istiyorsanız, Allah’ı ne kadar sevdiğinize bakın” diyen  “Yesi Güvercinleri”[34] diye tesmiye olunan Tevhîdin Nurlu Kandillerine -ibâdetlerinde bâzı noksanlıklar olsa bile, îmanında şüphe ve eksiklik bulunmadığı için-  aslâ hürmette kusur etmeyen, îmânı gibi millî öfkesi de zirvede olan; şiir gibi duygulu, mehter gibi coşkulu ve Çanakkale gibi destanları kıskandıran emsâlsiz kahramanlık destanlarını Ay Yıldızla mühürleyip tarihe armağan edendir.

Türk; “Hilâl”iyle Yüce Rabbimizi; “Yıldız”ıyla Fahr-i Kâinat Efendimiz’i; “al rengi”yle şühedâyı ve milletimizi temsil eden, “kızıllığında ısındığımız”, “gölgesine sığındığımız”, rüzgârında serinlediğimiz Albayrağımızın göklerde nazlı nazlı dalgalanması karşısında yüreği göğüs kafesine sığmayan,  “Mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü”ne tüyleri diken diken olarak kemâl-i hürmetle selâm duran ve;

“Denildi mi bir yerin adına Türk beldesi
Gözüm Al-Bayrak arar, kulağım ezan sesi”[35]

dizelerinin ifâde ettiği gerçeğe bütün kalbiyle inanan ve dünyanın bu en güzel bayrağı için “Can özünden Besmeleyi çekende”[36];

“Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yeryüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!”[37]

diyendir.

Türk; “İstiklâl Marşı” oku/nu/rken gözleri dolan,  “Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli” dizesindeki mânâyı tâ yüreğinde duyan, “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!” mısraındaki îkazı ve;

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme yazıktır atanı;

Verme, dünyaları alsan da bu Cennet vatanı.”

 

uyarısını mutlak uyulması gereken bir ecdât vasiyeti, çok önemli bir emir sayan ve esâreti aslâ kabul etmeyen bir bozkurt edâsıyla;

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”

derken, “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” sözünü kuvveden fiile geçiren ve;

“Hakkıdır; hür yaşamış bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklâl.”[38]

 

hükmünü yerine getirmek için alın, zihin ve gönül teri dökme azim ve kararlılığını ortaya koyan, inandığı değerler için kanını, canını sebîl eden bu aziz millete, bu mazlum ümmete ve zâlimlere mahkum şu mağdur beşeriyete dün olduğu gibi, Allah(c.c.)’ın izniyle yarın da sahip çıkacak ve adâlet dağıtacak olan Mehmet’tir, Mehmetçik’tir.

Türk; duygu penceresinden ömür rüyâsını seyreden bir hayat destânı olan, mâzîden hâle, hâlden istikbâle uzanan kültür köprüsünü oluşturan, sazın söze, sözün saza Türk’çe düşünüp, Türkçe söylediği “tarihimizi, coğrafyamızı, bizim en derin mâcerâmızı”[39] anlatan, “En çorak gönülleri yeşertecek bir ses yağmuru yâhut ışık seli, bir demet çiçek, bir top gül”[40] olan türkülerimizi her duyduğunda içine ince bir sızı düşüp, gönül telleri titrerken;

“Türk’üz Türkler yoldaşımız

Hesaba gelmez yaşımız

Nerde olsa savaşımız

Türk’üz türkü çağırırız [41]

 

dizeleriyle aşka gelen , “Ölürüm Türkiye’m” deyince bakışları çakmak çakmak olan, “Yemen Türküsü”nü dinlerken en koyu hüzünler gözbebeklerinde dalgalanan ve “Çırpınırdı Karadeniz” marşını hançeresini yırtarcasına haykıran,  Mehter Marşı’nı söylerken serhat boylarında at koşturan bir akıncı beyi olup;

“Ceddin deden neslin baban
Hep kahraman Türk milleti
Orduları pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan…”

diyerek yeri göğü inleten ve “Vatanı için, vatanından başka her şeyini karşılıksız fedâ eden”dir.

Türk; Anadolu Beylerbeyliği’nin dar penceresinden değil, Osmanlı Cihan Devleti’nin geniş ufuklarından dünyaya bakan, Altaylardan Tuna’ya uzanan geniş bir coğrafyada yaşayan, hürriyete susamış esir Türk illerinin çektiği zulmü ve gönül coğrafyasında yaşanan kan ve gözyaşının hüznünü yüreğinde duyan;

“Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim ile kar geliyor gardaşım
Bu hudûdu kimler çizmiş gönlüme

Dar geliyor, dar geliyor gardaşım…”[42]

 

düşüncesi ve “Büyümek istemeyen milletler küçülmeye mahkumdur.”[43] inancıyla Ay Yıldızlı bayrağın gölgesini büyütmek için Tûran hayâlleri kuran ve her dönemde Anadolu’ya sığınan cümle muhâcirlere; ekmeğiyle, aşıyla, gönlüyle, vatanıyla ensâr olan milletin adıdır.

 

 

            Türk;

 

“Şu akan suların kolu neden bükülmez,

Dicle neden, Fırat neden, Aras neden

Benden doğar bana dökülmez”[44]

 

diyerek  “meddi üç kıt’ayı tutan, cezri Sakarya’da biten”[45] bu büyük milletin tarihî mefâhirini yeniden kıyâma durdurmak için;

“Açılır zafer yolu ol Fettâh’ın yâdıyla,

Rahmân ve Rahîm olan gökçek Allah adıyla”[46] 

dizelerinde ifâde edilen mâverâ menzilli ulvî bir inanç ve XV. ve XVI. Yüzyılları “Türk Asrı” yapan değerler manzumesiyle hemhâl olarak “fâtihâne”  rüyâlar gören insandır.

26 Nisan 2020

Dr. Mehmet Güneş

Not: Yazının devamı; “TÜRK OLMAK” NEDİR?


[1] Nevzat Kösoğlu, Millî Kültür ve Kimlik, 25

[2] Necip Fâzıl, Çile, Büyük Doğu Marşı, 396

[3] Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut’tan Salur Kazan Destânı, Besmele, 8

[4] İstanbul; *Hadîs-i Şerif; “Le tüftehanne’l Konstatiniyye feleni’mel emîrü emîrühâ veleni’mel  ceyş   zâlike’l  ceyş ” (İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan  ne güzel   komutan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir.) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81; et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306;   Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219.

[5] İstanbul’u fetheden güzel komutan”

[6] “İstanbul’u fetheden bahtiyâr asker, güzel, asker”

[7] Allah’ın adını dünyanın her yanına duyurma ve yüceltme ideâli

[8] Allah’ın Ordusu

[9] Yaratılmışların en şereflisi

[10] Hûd, 11/112

[11] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, O Erler ki, 388

[12] Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu, Alperenler Destânı, Alperenler Bir Aşılmaz Dağdılar, 93

[13] Tevbe, 9/111

[14] Buhârî, Cihad, 2

[15] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Marşı, 396

[16] Mâide, 5/54

[17] Dündar Taşer, Mesele, Milliyetçi Hareket ve Gençlik, 94

[18] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Aziz İstanbul, VII

[19] S. Ahmet Arvâsî, Hasbihâl, I, İçtimâî Irk ve Milliyetçilik Gerçeği, 106-107 

[20]İbn-i Haldûn, Mukaddime, I, 431-450, 480; *Kan temelini, soyu, akrabalık bağını, kabileyi esas alan  (el-iltihâm bi’n-neseb) ve bedâvette ortaya çıkan bir yapı olup “bedevî” bir topluluğu ifâde eder. Devlet kurulup hakimiyet sağlandıktan sonra nesep asabiyesine mutlak ihtiyaç hissedilmez.

[21] İbn-i Haldûn, Mukaddime, I, 425, 431, 450-455, 887; *Kendi kabilesi üzerinde hâkimiyet kurduktan sonra diğer asabiyetler üzerinde de otorite oluşturduktan sonra nesebin haricinde meydana gelen, grup üyelerinin sayısı arttıkça  aradaki kan bağı tek başına müessir olmaktan çıkar, velâyet” ve “ittifak” denilen unsurlar ile “sebep asabiyesi” denilen, kanın dışındaki  kaynaşma ve birleşme unsurlarıyla tarif edilen “hadârî” topluluk

[22] Dr. Mehmet Güneş, Millete Dâir-1, Yozgat Yenigün Gazetesi, 13 Ağustos 2001

[23] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Hakk’ın Sesleri, 221

[24] Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Dâvâ Felsefem, 10                                                

[25] Ozan Ârif

[26] Bâkî

[27] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Yolların Sonu, 11-12

[28] Tevbe, 9/40; *“Üzülme! Allah bizimledir.

[29] Dertli

[30] Namık Kemâl

[31] Abdurrahim Karakoç

[32] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Kahramanların Ölümü, 1

[33] İbrahim Sarı, Peygamberimiz(sav)’in Adaleti, 68

[34] Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 12

[35] Mehmet Emin Yurdakul

[36] Abdurrahim Karakoç, Dosta Doğru, İkinin Biri (Sultânım), 28

[37] Ârif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Bayrak,23

[38] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İstiklâl Marşı, 522-523

[39] Nevzat Kösoğlu, Millî Kültür ve Kimlik, 64

[40] Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 63

[41] Âşık Veysel

[42] Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Üşüyenler, 11

[43] Hüseyin Nihal Atsız

[44] Ârif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ağıt, 13-14

[45] Dündar Taşer Mesele, Milliyetçi Hareket ve Kıbrıs Politikası, 105

[46] Dilâver Cebeci, Ve Sığınırım İçime, Kandehar Dağlarında Sabah Namazı, 35

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz