Bakınız günümüzde de kahraman Mehmetçik Türkiye sathında ve yakın coğrafyamızda aynı ruh ve heyecanla her türlü bölücü teröre karşı bu mücadeleyi sürdürerek, hainlerin ve şaşkınların “Kürdistan” hayallerini toprağa gömmeye devam ediyorlar.
Geçtiğimiz günlerde yakın coğrafyamızda bizi tehdit eden terör odaklarına karşı Türk Silahlı Kuvvetleri bir “Pençe” Harekâtı başlattı. Bize göre bu harekât çok daha öncesinden yapılması gereken bir harekattı. Çünkü tehdit son birkaç haftalık meseleden ibaret değildi.
Bu harekatın zamanlamasının 23 Haziran seçiminden hemen öncesine gelmesini çok manidar bulsak da bölgede çarpışan Mehmetçiklerimizin arkalarında 82 milyonluk bütün Türkiye Türklüğünü görmeleri gerektiği için bu harekâtı bütün gönlümüzde destekliyoruz ve başarılı olması için dua ediyoruz.
Sizler de şehitler kervanına her gün yeni yiğitlerimizin katıldığı şu günlerde Diyarbakır’da Urfa’da geçmişte bir Kürdistan’ın varlığından bahsediyorsunuz, bu tavrınız en hafif deyimle bölücü hainlere göz kırpmak onların cüret ve cesaretini artırmak olmaz mı? Milletlerarası camiada bizi sıkıntıya düşürmez mi? Aynı şekilde kahraman güvenlik kuvvetlerimizin mücadele azminin kırılmasına ve hayal kırıklığı yaşamalarına sebep olmaz mı?
Halbuki Diyarbakır’ın sahabeler şehri olduğunu, tarihte Akkoyunlu Türk devletinin başkenti olduğunu, Anadolu’yu bütün İslam alemini ortadan kaldırmaya azmetmiş haçlı sürülerine mezar eden Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan’ın Diyarbakır’da metfun olduğunu, Diyarbakır’ın mimari eserleri, kültürü, musikisi, sanatı ve yaşanılan hayat tarzı ile tarihî ve önemli bir Türk şehri olduğunu haykırmalıydınız! Bu ülkede Başbakanlık, TBMM başkanlığı yapmış ve halende TBMM’nin bir üyesi olan şahsınıza yakışan bu olurdu.
Cumhuriyet tarihinin bu en büyük gailesinin bir millî mücadele anlayışı ile ele alınması icap ederken size verilmesi şüpheli üç buçuk oy için böylesine tavizkar davranmanız vatanseverlik duygunuzla ve devlet adamlığı sıfatınızla ne derecede bağdaşır onu da takdirlerinize bırakıyoruz.
Peki bu ülkenin, bu devletin kurucu unsuru olan ve 82 milyonun ezici çoğunluğunu teşkil eden “Türkler” in tavrını niye hiç hesap etmiyor, niye onların oylarını almak için vaatlerde bulunmuyorsunuz? Öyle ya saf Türkler ’in oyları çantada keklik. Çok sıkışırsanız biraz din imandan bahseder arkasından adı büyük yolsuzluklara karışmış bir milletvekiliniz Twitter’dan bir bakara makara sallar gelsin oylar.
Bu sergilenen aymazlıklar ve hamakatlar sebebi ile bu ülkeyi yönetenler bir gün bir “Türk Meselesi” ile karşılaşırlarsa neticenin ne olacağını doğrusu ben de tahmin edemiyorum!
Keşke bu beyanlar yerine Türkiye’nin gözbebeği İstanbul’umuza hangi hizmetleri getireceğinizi anlatsanız, Sayın Cumhurbaşkanının bir süre önce bizzat ifade ettiği: ‘Biz bu şehre ihanet ettik’ sözlerinin ne anlama geldiği konusunda kafa yorsaydınız.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “ihanet” diye nitelendirdiği yanlış şehirleşme politikaları yerine hangi yatırım ve hizmetleri yapıp devr-i iktidarınızda beton yığınlarına dönüşen İstanbul’u nasıl ayağa kaldıracağınızı, asli hüviyetine kavuşturacağınızı anlatsaydınız.
Böylece 23 Haziranda yapılacak olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri de bir genel seçim havasına ve Türkiye’nin varlığı yokluğu meselesine dönüşüp Türk milletinin yeni kutuplaşma ve ayrışmalarına yol açmaz bu seçim kampanyanız İstanbul için bir hizmet yarışına dönüşürdü ve daha anlamlı olurdu.
İstanbul’daki bir konuşmanızda görüyoruz ki ,maşallah, Kürtçeyi yavaş yavaş söküyorsunuz ama Kürtçe bilen hiç birisi ne dediğinizi anlamamış. Ayrıca İBB Başkanlığını kazandığınız takdirde gerekirse Büyükşehir Belediyesi imkânlarıyla “Kürtçe Kurslar” açabileceğinizi ifade buyuruyorsunuz. Bunu yapamazsınız zira kamu imkânlarıyla böyle bir kursun açılmasına kanunlarımız müsaade etmemektedir.
Sayın siyasi büyüklerimiz bu Kürt meselesinde “siyasi gaf” konusunda birbirleriyle adeta yarışmaktadır. Yakın tarihlerde çevresindeki insanların kendisine çok büyük umutlar bağladığı İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener’in 24 Haziran 2018 Genel seçimlerini değerlendirirken -halen de bir dil sürçmesi olmasını temenni ettiğimiz- “Kürt siyasi hareketinin temsilcisi konumundaki HDP” ifadesi millet gönlünde en az “Kürdistan Eyaleti” lafzı kadar yara açılmasına sebep olmuştur.
Kayıtlı üyesi olduğum MHP’nin Sayın Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli ise “gözünün üzerinde kaşın var” kabilinden en ufak tenkide bile veya MHP’nin Türk siyasi hayatında daha da tesirli olması ve iktidara gelmesi çağrılarına bile meclis kürsüsünden bir öfke seline kapılarak çok ağır hakaretler ve suçlamalarla cevap verirken sizin bu talihsiz açıklamalarınız karşısında “görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrına girerek bir twitle yetinmiştir. Hemen arkasından da bir basın açıklamasıyla – İstanbul seçimleriyle ilgili – Cumhur İttifakı’nın sarsılmaz bir şekilde devam ettiğini ifade etmiştir. Bu açıklamasıyla da sanki twitteki ifadeleri düzeltmek gayreti içerisine girmiştir. Şahsen bendeniz üzülerek ifade edeyim ki Sayın Genel Başkanımın bu tavrı bir seçim ittifakının gereği olan mesuliyetlerden ziyade sebebini hâlâ çözemediğimiz bir takım mecburiyetlerden kaynaklanmaktadır.
“Kürdistan, Lazistan” eyaletleri gafları karşısında akademik ihtisası Cumhuriyet Dönemi Tarihi olan ünlü tarih Profesörü Genel Başkan Yardımcımızın da daha önceleri olduğu gibi yeri göğü inleten açıklamalar yapmasını bekledik ama hey hat! Bu konuda pek ortalıklarda gözükmüyor.
Gerçi bu konularda CHP’nin Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu da kimselerden geri kalmayarak Hakkı Savunanlar Platformu’nun 27 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul’da düzenlediği iftar programında “Kürtçenin yasal olarak kullanılması, öğrenilmesi, okutulması konusu tamamen yasal bir düzenleme ve bu yasal düzenlemenin de yapılması gerekiyor. Nerde yapılacak? Parlamentoda yapılacak. Buna uygun bir zemin oluşabilirse inanıyorum ki bütün parlamenterler de buna ‘Evet’ diyeceklerdir.” demişti.
Bir kere daha en yüksek sesle ifade ediyoruz ki: Türkiye’nin resmi dili Türkçedir.
Herkesin mahalli dilini öğrenme ve konuşma hakkı vardır. Ama Türkçenin dışında başka resmi dil arayışlarını da bir aydın fantezisi ve Türkiye’yi bölmeye çalışan dış güçlerin bir oyunu olarak görüyoruz.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1 No.lu Protokolün (20.03.1952, Paris) 2. maddesinde eğitim hakkı; ‘‘hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerinin yerine getirilmesinde, anne ve babaların çocuklarına, kendi dini ve felsefi inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretim verilmesini isteme haklarına saygı gösterir’’ şeklinde düzenlenmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı gibi, Sözleşme felsefi ve dini inançlara saygı ölçeğinde bir eğitim yükümlülüğü getirmektedir. Diğer deyişle, Sözleşme arzulanan ana dilde eğitim hakkı konusunu düzenlememekte, bu konuyu adeta devletlerin tercihine bırakmaktadır.
Eğitim dili açısından bir yabancı dili öğrenmek başka, farklı bir dille eğitim sürdürmek daha başkadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki Ek Protokol’de yer alan düzenlemeyi de buna gerekçe göstermek mümkün olamaz. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi konuya ilişkin kararlarında, “istediğim dilde eğitim yapmalıyım” gibi bir hakkın, Sözleşmeyle sağlanmış bir hak olarak kabul edilemeyeceğini bildirmektedir.
Örneğin, AİHM ‘Belçika’da Eğitim Dili Davasında’ verdiği kararda; “Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi içinde bulunan kimseler Birinci Protokolün ikinci maddesine dayanarak kamu makamlarının belirli bir türde eğitim sistemi kurmasını isteyemezler. Ancak belirli bir eğitim sistemi kuran bir Devlet, bir eğitim kurumuna girişi şarta bağlarken 14. madde anlamında ayrımcılık niteliğinde bir tasarrufta bulunamaz. Bu davada Sözleşme’nin 14. maddesi, Birinci Protokolün 2. maddesiyle birlikte okunduğunda bile, anne-babaların kendi tercih ettikleri bir dilde çocuklarına eğitim verilmesini isteme hakkını güvence altına almamaktadır. Bu maddelerin birlikte okunmasından, dil sebebine dayanarak bir ayrımcılık yapmadan eğitim hakkını güvence altına alma yükümlülüğü çıkmaktadır. Sözleşme, kişilere kullandıkları veya anladıkları dil ile ilgili özel bir hak vermek isteğinde 5(2). Fıkrasında ve 6(3)(a) bendinde olduğu gibi açık ifadeler kullanmıştır. Birinci Protokolün ikinci maddesinde böyle bir ifade yoktur.”
Vatandaşların mahalli dil ve lehçelerinin devletin resmî kurumları dışında, özel eğitim kurumlarınca öğretilmesinde hiçbir engel olmamalıdır. Burada önemli olan, kamu güç ve kaynaklarının bu yönde kullanılmamasıdır. Devlet tüm sosyal gruplara eşit yaklaşımda bulunmak durumundadır. Bu nedenle, mahalli dillerin özel eğitim kumlarında kurslar vs. yoluyla öğrenilmesinde hiçbir engel bulunmamasına karşılık, bunların Anayasada temel eğitim hakkı olarak düzenlenmesi mümkün olmamalıdır.
“Anadilde eğitim talebi, bölünmenin bizzat kendisidir. Zira eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir.
Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası milleti bir arada tutan tüm değerlerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir. Eğer hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesi altında yaşayacaksak bu değerlere ortak sahip olmamız gerekir. Çocuklarımız ayrı okullarda, ayrı dillerde eğitim alırsa sadece birbirinin dilini değil birbirinin kültürünü, değerlerini de, inançlarını da, tanımayan nesiller yetiştiririz. Artık onları kimse ortak paydada bir arada tutamaz. Süreç içerisinde ayrılık kendiliğinden ve tabii olarak gelişir.
Anadil, kültür ve medeniyetimizi kuran ve geleceğe taşıyacak olan dildir, bu ülkede çoğunluğun kullandığı dildir, Türkçedir. Ayrıca bölgenin gençlerini Türkçe öğrenmekten mahrum etmek onları ömür boyu açlığa, işsizliğe, cehalete mahkûm etmek demektir. Bölücü terör örgütüne de militan hazırlamak demektir.
Türkiye’de Türkçeden başka bir dilin eğitimde anadil olarak kabulü, iç hukuk açısından da uluslararası hukuk açısından da mümkün değildir. Milli eğitim politikaları “çok kültürlü eğitim” adı altında ayrıştırıcı değil, birleştirici olmalıdır.
Açılım sürecinde yaşanılan gelişmelerde ise, farklılıklara vurgu yapılarak, mikro yaklaşımlara imkân tanınmaktadır. Böyle bir anlayışın, bölücü hareketleri körükleyeceği bilinen bir gerçektir. Özellikle, Anayasanın 5. maddesinde yer alan devletin amaç ve görevleri konusunda, “… Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak” ibaresini yok sayarak, hareket ediliyor olması da konuyu daha ilginç hale getirmektedir. Diğer deyişle, bütünlüğü korumakla görevli olanların, aksine davranışlarının adeta bir anayasayı ihlal sucunu meydana getireceği açıktır.
Evet Sayın Milletvekilim, Sayın Ulaştırma Eski Bakanımız, Sayın Eski Başbakanımız, Sayın TBMM Eski Başkanımız, sizden hiç kimseye faydası olmayacak sadece bölücü fitneyi cesaretlendirecek açıklamalar yerine bu topraklarda 36 etnik grubun değil Türk milletinin yaşadığını, Türk milletinin birliğini, Türk vatanının bütünlüğünü, Türk devletinin bekasını ve Türkçe’nin bizim ses bayrağımız olduğunu yüksek sesle haykırmanızı bekliyoruz. Size yakışan da bu olur.