15 Temmuz 2016 Darbe teşebbüsünün üzerinden bir yıl geçti. Bu ihanetin
devlet, millet hayatında açtığı yaralar kolay kolay kapanacak gibi değil.
bu husus ayrı bir değerlendirme konusudur. Tabii tarih bu ihanetin
müsebbiplerini, çanak tutanları, bu canavarı kucağında büyüten siyasi
ahmakları, ihanetin dış bağlantılarını kaydedecektir. Darbe teşebbüsünden
hemen sonraki günlerde değerli fikir adamı-yazar D. Mehmet Doğan Bey’in
yazdığı ve dikkate değer bulduğum bir makalesini sizlerle paylaşmak
istiyorum. Cenab-ı Hakk, Yüce Türk Milletini ve İslam Alemini her türlü dış
baskılardan, sömürgeci emellerden, ihanet sarmallarından korusun. Ama
öncelikle de devletimizi yönetenlere akıl-fikir, hidayet, basiret, ahlak ve
adalet üzere bir yönetim sergilemeyi nasip etsin. Türk islam aleminin İzzet
ve şerefini yükseltsin. Milletimize de eğriyi doğruyu, yalanı hakikatı
ayırt edebilme kabiliyeti ihsan etsin.
Darbeye Karşı “Türk Refleksi”!
- Mehmet Doğan
15 Temmuz menfur darbesine halkımızın gösterdiği tepkiyi nasıl anlamalıyız?
Bu tepkiyi sırf şahsi hürriyetlerin korunmasıyla, günlük çıkar hesabıyla ve
hatta demokrasi muhabbetiyle ilgili görmek yeterli olmaz. Bu tepkinin
temelinde milletin şuuraltında yer etmiş “devlet refleksi”nin olduğunu
görmezden gelemeyiz.
Bu refleks, açık konuşalım, “Türk refleksi”dir!
Bazı dostlarımız Türklükten istifa ederken neden böyle bir tanımlama
yapıyoruz? İnsanların nasıl şahsi meziyetleri, kabiliyetleri, üstünlükleri
veya fena tarafları varsa, kavimlerin, milletlerin de bazı öne çıkan
nitelikleri vardır. Zihnimizi dünya coğrafyasında gezdirirsek, her kavimle
/ milletle ilgili bazı kanaatler zihnimize üşüşür. İngiliz’i Fransız’dan
ayıran, Alman’dan farklılaştıran nedir? Coğrafya aynı, din aynı, belki
mezheb de aynı. Fakat karakter farkı olduğu şüphesiz. Bu karakter tarlanın
sadece biyolojiden, genetikten kaynaklandığını düşünmemek lâzımdır.
Gelelim Türklere…
Türkçe’nin taşa kazınmış bilinen ilk metinlerinden 125 yıldır fiilen
haberdarız. 1300 yıllık bu metinler diğer kavimlerde olduğu gibi ne
masaldır, ne efsanedir, ne destandır ve ne de aşk şiirleri, hikâyeleridir.
Göktürk Devleti’nin hükümdarlarının yüzyılları aşıp bize ulaşan ve bugüne
de çok şey söyleyen karakter tahlilimiz ve vasiyetleridir. Bize ulaşan ilk
Türkçe metinler düpedüz siyasi metinlerdir, devlet metinleridir.
Devlet tarifi, millet tarifi bu metinlerin esasını teşkil eder. Göktürk
Kağanı “aç milleti doyurdum, fakir milleti zengin ettim, az milleti çok
kıldım” der. Bu metinlerde il ve töreye bilhassa vurgu yapılır. İl “devlet”
demektir. “İl olmak” devlet olmaktır. Töre, devleti ve nizamı ayakta tutan
kaidelerdir.
İlin ve törenin bozulması, devletin kaybedilmesi demektir. Bu yüzden
Göktürk kağanı, “Türk Oğuz beyleri, millet işitin; üstte gök basmasa, altta
yer delinmese, ilini töreni kim bozabilir? Türk milleti düşün (uyan yahut
da vazgeç)!”
Düşünmeyenin, uyanmayanın akıbeti de bu metinlerde açıkça ifade edilir:
Kağanını (yöneticisini, önderini) kaybetmek, ilini (devletini) kaybetmek…
Yani, istiklâlinden olmak ve “beylik evlatları kul olmak, hanımlık kızları
cariye olmak…”
15 Temmuz’da halkı meydanlara döken, esas olarak şuur altımızda yüzlerce
yıldır yer eden ile karşı karşıya olduğunu görmüş ve tepkisini sokaklara,
meydanlara çıkarak, darbecilere karşı devleti kaybetme insiyakıdır. Devlet
kaybedilirse, her şey kaybedilir! Halk devletin bir beka meselesi ile karşı
karşıya olduğunu görmüş ve tepkisini sokaklara, meydanlara çıkarak,
darbecilere karşı göğsünü gererek göstermiştir.
Türkçe’nin İslâmiyet’ten sonra ilk büyük edebi eseri Kutadgu Bilig’de bir
devlet metnidir. “Mutluluk bilgisi”, bu “devlet bilgisi”dir. Adaleti hâkim
kılmak, halkın refahını sağlamak devletin işidir, devlet vazifesini
yaparsa, halk mutlu olur.
Türkler, yüzyıllar içinde Orhun yazıtlarını okuma bilgisini kaybettiler,
alfabesini unuttular belki, fakat ma’şeri şuurlarında hep o “bilge”
kağanların öğütlerini taşıdılar.
Türklerin Müslüman olması İslâm dünyasında yeni bir dönemin başlangıcıdır.
İslâm devleti, onların bayrağı teslim almasına kadar Araplar eliyle ayakta
tutuldu. Fakat bu dönemin sonuna gelinmişti. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in
Bağdat’a giderek şehrin kapısında atından inip yaya olarak halifenin
sarayına varıp bağlılık bildirmesi aynı zamanda İslâm dünyasında devlet
yönetiminin Türklere tevdi edilmesi anlamı taşıyordu. Artık o, halifenin
beyanıyla “dinin direği ve dünya sultanı”dır…
20.Yüzyıla kadar İslâm dünyasını yöneten hanedanlann Türk asıllı olması
nasıl bir tesadüftür? Hind kıt’ası yüzyıllarca Timur’un torunları
tarafından yönetildi, İran önce Safevi hanedanı, sonra Kacar hanedanının
yönetimindeydi. Batının hâkimi ise Osmanoğulları idi…
Burada “Türk” kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Türk etnik bir
adlandırma değil, ta Göktürk’lerden beri kültürel-siyasi bir tanımlamadır.
Göktürk kağanlarının devlet için kimlerle savaştıklarını hatırlamalıyız:
Oğuzlar, Dokuz Oğuzlar, Kırgızlar, Karluklar, Otuz Tutarlar… Bu yüzden
Türklük kan üzerinden değil, kültür üzerinden yürür.
Osmanlı Devleti bu anlayışı esas aldı. Bu yüzden Anadolu’dan devşirilen
Sinan ile Sokoldan devşirilen Mehmed Paşa, İstanbul’da sadece Müslüman
değil, Türk olarak vardılar. Şimdi Sinan’a etnik kökenine bakıp “Rum”,
Mehmet Paşa’ya “Sırp” mı diyeceğiz? Osmanlı Devleti’nin yönetim
kademelerinin en üstünde yer alan, sadrazamlık yapan Rum, Arnavut, Slav,
Sırp, Gürcü, Boşnak idareciler devleti bu kimlikleriyle mi yönettiler?
Türkiye etnik, ırki yönden değil, kültürel ve siyasi yapı itibarıyla
Türk’tür.
Bu coğrafyada, yüz yıldır esas olarak Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen
etnik kimlikleri farklı nüfusun bu toprağın yerleşik nüfusu ile kaynaşması
sonucu bir terkib oluşmuştur. Bu terkibe rengini veren, Müslüman Türk
kültürü ve siyasi yapısı, devletidir. Türkiye’de sadece Müslüman unsurlar
Türk kültür dairesinde değildir, gayri müslimler de bu dairenin içindedir.
Türkiye’de Türk olmak, başka etnik mensubiyetlere sahip olmayla çelişmez.
Ve bir darbeye böyle bir tepki ancak Türkiye’de verilir!