Denizli İntibaları-2

0
343

6 Ağustos 2017 Pazar Günü Denizli’de Yeni Ufuk Dergisi Takipçileri Aziz ve Sevgili Gençlerimize Şöyle Hitap Ettik: 
DÜNÜMÜZ, BUGÜNÜMÜZ, GELECEĞİMİZ…

29.08.2017
Efendi BARUTCU

Sevgili Gençler, Ülkücü adayları;
”Tarihimizin en buhranlı bir devresini yaşamakta olduğumuz muhakkaktır. Şartların ne kadar çetin olduğu görülmektedir; fakat Türk milletinin varlık, beka, kudret, zafer ve efendilik davası olan milliyetçilik ülküsü yolundaki mücadele ve hizmet durmayacak, durdurulamayacaktır”.
Sizlere Türkiye’nin özellikle 1960’tan bu yana yaşadığı fikir akımlarını ve serencamı kısaca özetlemek istiyorum:
Bilhassa 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra kabul edilen yeni anayasanın getirdiği geniş hürriyet ortamında Türkiye’nin, özellikle de üniversite gençliği, kökü dışarıda olan akımlar karşısında korunmasız ve çaresiz durumdaydı. Özellikle de o dönemde Sovyetler Birliği’nin yayılma aracı olan Sosyalist-Komünist fikir ve ideolojilerin; Pakistan, Mısır ve Kuzey Afrika gibi Avrupa’nın eski sömürgeleri bazı Müslüman ülkelerde, yine Batılıların marifeti ile ortaya atılan ve milletimizin bin yıldır anladığı ve yaşadığı İslam anlayışıyla amelde de itikatta da bağdaşmayan ”Siyasî İslamcılık” anlayışını propaganda eden çok sayıda kitap, dergi, gazete ve muhtelif neşriyattan mantar gibi türemiş yabancı ideolojiler fikir ve kültür dünyamızı alabildiğine işgal ediyordu.
O günlerin Türkiye’sinde gelir dağılımındaki adaletsizlik, Türkiye’nin iktisadi geri kalmışlığı, eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, önce yüz binler sonra milyonlarca insanımızın ekmek parası için Batı Avrupa ülkelerine göç edip bu ülkelerin en ağır işlerinde çalışması izzet-i nefsimize çok ağır geliyordu. Millet ve cemiyet hayatında yaşanan bu ve benzeri olumsuzluklar neticesinde özellikle üniversite gençliğinin ve aydınların gönüllerindeki adalet duygusu Sosyalist-Komünist kesimler tarafından alabildiğine istismar ediliyordu. 
”Bu propagandalar ‘iyi şeyler soldur’, ‘sosyal adalet soldur’, ‘sol inkılap demektir’ diye başladı… Bir de baktık bir günde milli mücadelenin kahramanı, ikinci reisi cumhurumuz İsmet Paşa’ya bir laf söylettiler: ‘Ortanın solu’. Böylece solun üzerindeki ayıp perdesi kalkmıştı. Bu tabir hakiki solculara, solu bilen solculara büyük kuvvet kazandırdı. İsmet Paşa’nın bu solu arkalayan tutumuna tek cevap devrin Cumhurbaşkanı merhum Cevdet SUNAY’dan gelmişti:
-Ülkücüler vatansever gençlerdir. Ama devletin bu arka çıkışı uzun sürmedi. 1974, 19 Mayısında Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmada; 1944’teki İsmet Paşa’nın Türk Milliyetçilerine yönelik suçlamalarını aratmayacak ithamlarda bulundu. 
İsmet Paşa’nın CHP’sinden ve asker sivil bürokrasiden, üniversite çevrelerinden, bir kısım aydınlardan gördükleri destekle daha da kuvvetlenen aşırı sol eylemlerini ve tedhiş hareketlerini arttırdılar ve 12 Mart’a takaddüm eden günlerde (ki 1968-1973 arasındaki üç senedir) bu üç sene içerisinde üniversiteyi ellerine alıp üs yapmak istediler. Oyunları bu oldu. 
Böylece bir tedhiş bir terör bir dehşet kurdular ve bu dehşetin üzerine hükmettiler. Bu usul ile bütün üniversiteye hükmettiler. Kim kaldı? Ülkücü profesörler, ülkücü doçentler ve ülkücü talebeler. Bu oyunları Milliyetçi gençler bozdu, ülkücü gençler bu oyunu bozdular. Onlar kendilerine “Hayır!” dediler. Üniversiteye mutlak hâkim olamayışlarının tek sebebi ülkücü gençliktir. Çünkü ülkücü gençlik bunlardan korkmuyordu. Üniversitede çok talebe var. Büyük kısmı bunlara (devrimcilere) haraç verdi, ya da devrimcilerin saflarına katılmayanlara “faşist” dedi. Onların faşistliği bildiği yok. Aman kendilerine faşist demesinler diye korktular. Mahkemelerde de durum böyle. Böyle, böyle Türkiye’deki bütün kurumları sindirdiler, susturdular ve hükümlerine aldılar. Büyük harekete geçmek için bekliyorlardı. 11 Mart’ta büyük hareketi tespit etmişlerdi 10 Mart günü ezildiler 12 Mart günü de bu ezilmenin ilanı yapıldı” (1)
12 Mart 1971’den sonra Türkiye’de üniversiteleri, sokakları kan deryasına döndüren; kurtarılmış bölgeler ihdas ederek binlerce masum insanın katline sebep olan her türlü bölücü, azınlık ırkçısı ve Marksist-Leninist gruplar Ecevit’in salıverdiği bu teröristler tarafından -hem de daha da tecrübe kazanıp, bilenerek- gerçekleştirilmiştir. 
Tabii Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemek isteyen, Ege ve Kıbrıs’taki milletlerarası antlaşmalardan doğan haklarımızı gasp etmeye çalışan ABD ve Batılı ülkelerin gizli servislerinin marifetlerini unutmamak lazımdır.
12 Mart 1971 muhtırasından sonra derdest edilen ve Dev-Genç davası, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) davası, Barış derneği davası, Madanoğlu Cuntası davası ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKİP) gibi davalarda yargılanan bu aşırı sol ihtilalci gruplar Türk mahkemeleri tarafından mahkûm edildi. 
1973 Genel Seçimlerinde Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN’ın kurduğu Millî Selamet Partisi %11 oy oranı ile kırk sekiz milletvekili çıkarıp %33 oy oranı ile 185 milletvekili çıkaran Ecevit’in CHP’siyle bir koalisyon hükümeti kurdular. Hayalperest solcu Bülent Ecevit’in ilk icraatlarından biri, bütün bu yukarıda belirtilen mahkûm edilmiş aşırı sol gruplara Anayasa Mahkemesinin de desteğiyle 1974 senesinde bir genel af çıkararak ihanetlerine kaldıkları yerden devam etme imkânı sağlamak oldu.
1980 öncesi Türkiye’de cereyan eden bu beynelmilel Komünizm propagandaları sadece Marksist-Leninist bir fikriyat olmanın ötesinde, Sovyetler Birliği’nin ve özellikle Rusların son birkaç yüzyıldır vazgeçilmez gayesi olan İstanbul-Çanakkale boğazlarına hâkim olmak ve sıcak denizlere inmek emelinin siyasi yayılma aracı durumundaydı. 
Diğer taraftan da komünist Çin modelini Türkiye’de tatbik etmek isteyen bunun için kırlardan şehirlere ihtilal provası yapan TİİKİP adıyla maruf ”aydınlıkçılar” diye bilinen Doğu Perinçek ve adamlarının tedhiş faaliyetleri de başını alıp gitmişti. 1 Mayıs 1977’deki Taksim’de cereyan eden ve 34 kişinin ölümüne sebep olan kanlı olayların sebebi de bu değişik sol grupların fraksiyonları arasındaki çatışmalardan kaynaklanmıştı. Bunu o tarihlerde devrimci gruplar içerisinde bulunan Prof. Dr. Cemil KOÇAK geçtiğimiz yıllarda muhtelif televizyon kanallarında defalarca itiraf etmiştir. 
Peki, bu yıllarda ülkeyi yöneten iktidarlar ne yapıyorlardı diye sorulacak olursa; maalesef o tarihlerde ülkeyi yönetenler uzun süre bu tehdit ve tehlikeleri kavrayamadılar, gerekli tedbirleri alamadılar. ( Nasıl ki 15 Temmuz 2016’dan sonra şimdi ”paralel yapı” diye isimlendirilen ihanet şebekesinin Türk milletinin hayırseverlik duygusunu alabildiğine sömürüp yüz binlerce masum insanımızı kandırarak dinine, devletine, milletine yabancı haline getirmesi, şeytana bile külahını ters giydirecek bir takıyye ile devletimizin bütün müesseselerine, kılcal damarlarına dahi nüfuz ederek ülkemizi -Allah göstermesin-‘ bir iç savaşın eşiğine getirmesine kadar devleti yönetenlerin gaflet, dalalet ve hamakatlerinden istifade etmeleri gibi.)
O yıllarda da aşırı sol gruplar mezhepçi ve azınlık ırkçısı (PKK’nın ilk nüveleri) Ecevit’in CHP’sinin şemsiyesi altında devletin sivil, asker bütün müesseselerine, basın yayın organlarına bir kısım işçi sendikaları ve sivil toplum kuruluşlarına aynı şekilde nüfuz etmişlerdi.

1974 GENEL AF SONRASI UMUMİ DURUM

Ecevit hükümetinin Anayasa Mahkemesinin de katkısıyla çıkardığı genel aftan istifade eden aşırı sol Marksist – Leninist, Maocu, Enver Hocacı ve bölücü militanlar anarşi ve tedhiş olaylarına kaldıkları yerden devam ettiler. İlk adım, önceden olduğu gibi üniversiteleri işgal etmek ve kendilerinden olmayan yahut itaat etmeyenleri içeri almamak oldu. Hareket giderek mahalle ve sokaklara yayıldı. Bu eylemler, üniversiteleri Marksistlere teslim etmek istemeyen ve okumak isteyen öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Bu durumda tercih fazla değildir; ya boyun eğeceksin ve ya dövüşeceksin!
Yüzbinlerce gencin arasında dövüşmeyi seçenlere “Ülkücüler” denildi ve sözünü ettiğimiz yıllarda yaşadılar ve öldüler. Sanmayın ki Ülkücüler sadece okula girmek için kendilerini ateşe attılar, hayır. Sadece dini ve milli mukaddesleri ile alay edilmesi yahut aşağılanması da değil, onlar bu mücadelenin bu saldırıların ardındaki güçleri çok iyi görüyor ve sonucu kestiriyorlardı. 
Devletin en üst kademelerindeki insanlar beynelmilel komünizmin kesin propagandaları karşısında tepkisiz kalıp Marksist sloganları uyku gibi yutarken bu gençlerin algılama gücü doğuştan mı geliyordu? Bir bakıma evet; Anadolu’dan ve kirlenmemiş idraklerle geliyorlardı. Onları karşınıza alıp da, “Bizim asıl meselemiz mücerret sosyalizm veya Marksizm değildir. Bu ideoloji bugün, tarihi Rus emperyalizminin yeni bir silahı olmuştur. Türk dünyasının hemen bütününü bu silahla pençesine düşüren Rusya, şimdi de Türkiye üzerinde aynı oyunu oynamaktadır. 
Biz ne Amerikan imparatorluğunun ne kapitalist emperyalizmin taraftarıyız. Türkiye’deki servet sahiplerinin de bekçisi değiliz. Ayrıca meşru yollardan kazanılan servet ve imkânlara da düşman da değiliz. Biz Türklüğün savunucularıyız. Onun ebediyen var olmasının mücadelesini veriyoruz. 
Yabancılaşmadan çağdaşlaşmış, milli iradeye saygılı lekesiz ve gölgesiz bir adalet nizamını, hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmiş bir devlet anlayışı ile iktisaden geri kalmışlıktan kurtulmuş, sanayileşmiş, milletlerarasında itibarlı kalkınmış yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye’yi inşa mücadelesi veriyoruz” dediğinizde benzeri sözleri yüreklerinin ta derinlerinde duymak o gençler için hiç de zor olmuyordu. Çünkü Anadolu’dan kıblesi doğru olarak geliyorlardı; hiçbir ilave bilgileri olmasa da, görüyor ve seçiyorlardı; bayrağına saygı duymayanları, peygamberini aşağılamaya kalkanları onlar kendiliğinden tanıyorlardı. Milli Eğitim’in kitaplarında yazıp da çocukların kişiliklerine kazandıramadıklarını, Ülkücüler bir hamlede kalp bilgisi haline getiriyorlardı ve onun için de, nice bilgin geçinenlerin göremediğini görüyor, silahlı birliklerin yıkıldığı yerde onlar ayakta kalıyorlardı. 
Marksistler de aynı Anadolu çocuklarını, insanın doğuştan sahip olduğu o güzel adalet duygusundan yakalıyor, fakat kıblesini şaşırtıyorlardı; o kadar ki, kendi milletine, kendi devletine, kendi bayrağına karşı silahlı savaşa sokuyorlardı. Arkalarını beynelmilel komünizmin geniş imkânlarına ve Marksist propagandalarının büyük birikimine yaslamış bu insanlara “cennetin” bu dünyada olmadığını anlatmak oldukça zordu. 
O yıllarda herkesin dilinde olan “Soğuk Savaş” sözü ise iki süper devletin liderlerinin beyanatları ve silah yarışmaları çerçevesinde anlamlandırılıyordu. Hâlbuki Sovyetler için gerçek Soğuk Savaş, ideolojik sempatisini kazandırdığı ülkeleri içeriden yıkmak ve sonunda dost bir hükümetin davetiyle o ülkeyi işgal etmekti.
O yıllarda Türk toplumu iktisadi yapısı ve gelir dağılımı itibariyle henüz oturmamış siyasi istikrarını sürekli kılmakta zorlanan bir Orta Doğu toplumu idi; ordu da en az siviller kadar bu propagandalara açık ve yatkındı.
1974 yazında beklenmeyen bir gelişme Kıbrıs’ta EOKA’cı Sampson darbesi ve arkasından Kıbrıs Türklüğü ’ne yönelen saldırılar üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti Londra ve Zürih antlaşmalarından doğan haklarını kullanarak 21 Temmuz 1974’de millettaşlarını kurtarmak üzere Kıbrıs’a asker çıkarınca… Tüm dünya; “ne oluyor? ‘’ diyerek adeta ayağa kalktı. Türklerin askeri güç kullanarak sınırları değiştirmesine müsaade edemezlerdi. Yoksa Türkler maazallah tarihte olduğu gibi yine fetihlere başlayabilirlerdi.
Uluslararası güçler, aralarındaki bütün düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, elbirliği ile Türkiye’ye karşı askeri ve iktisadi ambargo kararı aldılar… Kıbrıs Harekâtı öncesinde kasasında 7,5 milyar doları bulunan Türkiye, “Yetmiş sente muhtaç’’ hale düştü. Petrol stokları tükendiği halde petrol ve istihsal için ham veya yarı mamul maddeleri ithal edemez oldu. Fabrikalar ve traktörler çalışmadığı için, üretim yapılamadı… Ancak Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi. Uluslararası güçler bu defa Türkiye’ye düşman yerli ve yabancı bütün örgütlere lojistik destek verdi. Bir taraftan ASALA’yı diğer taraftan DEV-SOL ve DEV-YOL gibi komünist veyahut DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi bölücü akımları güçlendirdi. Anarşi ve terörü azdırdı, Türk halkını hayatından bezdirdi. Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi
Bu arada CIA daha önce NATO’nun askeri kanadından ayrılmış olan Yunanistan’ın Varşova Paktı’na katılacağı istihbaratını aldı… ABD yönetiminin etekleri tutuştu… İlk defa bir NATO üyesi üyelikten çekilip Varşova Paktı’na katılacaktı. ABD buna razı olamazdı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti. Dünyanın damına yerleşen Rusların oradan Hint Okyanusu’na ulaşması tehlikesi belirmişti… Humeyni, Şahı devirip İran’da iktidarı ele geçirdi. İslam Cumhuriyeti’ni kurdu… Böylece “Yeşil Kuşak projesi’’ de çökmüş oldu. 
ABD dış politikası tam bir iflas durumuna gelmişti. ABD buna rıza gösteremezdi. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi ve bunun içinde Türkiye’nin veto hakkını kullanmaması için ikna edilmesi gerekiyordu. Türkiye buna rıza göstermedi. 
ABD; CIA’yı devreye soktu. 1 Mayıs katliamını yaptırdı. Türk hükümeti teslim olmadı. 2. Milliyetçi Cephe hükümetini devirtti. Malatya, Maraş ve Sivas katliamlarını yaptırdı. Türkiye direnmeye devam etti, Abdi İpekçi’yi öldürttü. CHP- Bağımsızlar koalisyonunu düşürttü… Çorum katliamını yaptırdı. MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği AP hükümeti yine de geri adım atmadı. 
Sivillerden ümidi kesen ABD, bu kez askerlere yöneldi. O zamanki TSK’nın en üst kademesinde bulunan yeteneksiz ve fakat muhteris beş general ne yazık ki, “üç günlük iktidar uğruna’’ ABD’nin isteklerine razı geldiler. ABD’nin ve CIA’nın teşvik ve tahrik ettiği ve desteklediği ve hatta zaman zaman bizzat gerçekleştirdiği anarşi ve terör eylemlerini bahane ederek, 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydular. ABD genelkurmay başkanı General Rogers Türkiye’ye geldi, Türkiye vetosunu kaldırdı ve Yunanistan NATO’nun askeri kanadına, 16 Eylül 1980 günü döndü. Ama ABD sözünde durmamıştı…
“ABD erdi muradına, beşli cunta çıktı kerevetine’’
Gerisi hep hikâye, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin bize göre birkaç sebebi vardır. Biri, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü temin etmek, ikincisi Türkiye’den Kıbrıs Barış Harekâtının intikamını almak. Bir başka sebep Türkiye’de hızla büyüyen ve Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olacağı kesin olan Ülkücü – Milliyetçi hareketi engellemek. 
Özellikle 1970’li yıllardan itibaren Ülkücü-Milliyetçi gençlik olarak bizlerde Türkiye’nin yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz genel durumundan fazlasıyla rahatsızlık duyuyorduk ve tabii ki çözüm arayışları içerisindeydik. Ama biz diğer gruplar gibi milletimizin dertlerinin çözümlerini sömürgeci Batı kapitalizmi veya onun tabiri caizse ”gayrimeşru çocukları durumundaki” faşizm, nazizm ve komünizm gibi insan fıtratına aykırı fikir ve ideolojilerde aramıyorduk.
Biz Türk milletinin tarihi tecrübelerinin ışığında yüzde yüz yerli ve milli bir bakış açısıyla ”Her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” vecizesinde ifadesini bulan çözümler üretmekten yanaydık. Hedef olarak da birinci merhalede sanayileşmiş, kalkınmış yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye, ikinci merhalede o yıllarda büyük çoğunluğu Sovyetlerin esareti altında olan Balkanlar’dan Doğu Türkistan’a kadar “Türk Dünyası’nın bağımsızlığı”, üçüncü merhale olarak da batıcı sömürgeci güçler karşısında zillete düşmüş İslam âleminin aklın ve ilmin öncülüğünde yeniden ayağa kalkacağı izzet ve şerefinin yükseleceği, yeni bir Türk İslam medeniyetinin inşası, dördüncü merhale olarak da materyalist dünya görüşlerinin pençesinde kıvranan dünya insanlığının saadet ve selametini hedef alan insanlığa yeni değerler üreterek huzur ve selamete ulaşmasını sağlayacak bir “insanlık ideali “ne ulaşma hedefi olduğunu ifade ediyorduk.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz