1975 senesi başlarında mecliste temsil edilen sağ partiler ile Milliyetçi Cephe hükümeti kurulması gündeme gelmişti. Türkeş Bey bu konuyu önce partinin merkez yetkili organlarıyla, sonra il başkanlarıyla istişare etti. Daha sonra bütün Ülkü Ocakları başkanlarını ve gençlik yöneticilerini Ankara’ya davet etti. Soğuk bir Şubat günü Cebeci’de bir düğün salonunda toplandık. MHP’nin bu koalisyona katılma isteğinin gerekçelerini uzun uzun anlattı. O arada bazı arkadaşlarımız sabaha kadar yol gelmiş olmalarının verdiği yorgunlukla uyuklar gibi olmuştu. Birden sert bir komutla: “Kalk!, Otur!, Kalk!, Otur!, Kalk!, Otur!” emriyle herkesin gözü çam çırası gibi açılmıştı.
Türkeş Bey, bize: “Bu koalisyon konusunu bulunduğunuz şehirlerdeki genç ülküdaşlarımızla istişare ediniz, sonuçlarını bize bildiriniz” demişti. Biz de aynısını yaptık. Türkeş Bey, bir koalisyon hükümetine girerken konuyu hareketin bütün kesimlerinin temsilcileriyle istişare edip fikirlerini almak ihtiyacı duyuyordu. Toplantının sonunda sesini yükselterek: “Bazı çevreler, siz küçük bir partisiniz, bu partiler arasında eriyip gidersiniz” diyorlarmış. Kimin kimi eriteceğini zaman gösterecektir” dedi.
Zaman Türkeş Bey’i haklı çıkardı. 3 milletvekili ile girdiği koalisyonda bir başbakan yardımcılığı bir bakanlık almış, ülkücü kadrolar devletle tanışmış, millete hizmet etme imkanı bulmuştu. Yıllar yılı aşırı solun ve CHP’nin ağzında sakız ettiği ama bir türlü gerçekleştiremediği ‘Topraksız Köylüye Toprak Dağıtma’ şerefi de Merhum Alparslan Türkeş’in 24 Haziran 1975’te Şanlıurfa, Viranşehir, Akçakale ve Harran’da topraksız köylüye 231 bin dönüm arazinin tapularını dağıtmasıyla MHP’ye nasip olmuştu.
1975 Temmuz’unda arkadaşım, kardeşim Metin Kaplan’la beraber tutuklandık. On yıllık cezaevi hayatı boyunca, özellikle 12 Eylül askeri darbesine kadar, Ülkü Ocakları’nın ve MHP’nin her kademesinden kardeşlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız, ağabeylerimiz ziyaretlerimize gelerek bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadılar. Her gelen mutlaka Türkeş Bey’in selamını ve kurtuluş dileklerini getiriyordu.
Türkeş Bey’in Hindistan’da sürgünden dönüşünden itibaren milliyetçi çevrelerde özellikle gençlik kesiminde bir ‘Türkeş Efsanesi’ oluşturulmuştu. O zamanki gençliğin kafasındaki lider şablonunda ‘ahlâkî mükemmellik, sözüne sadakat, dostlarına vefa gösteren ne kadar insanî yüksek vasıflar, güzel meziyetler’ varsa bunların hepsini şahsında toplamış bir lider profili oluşturuluyordu.
1967-1968’li yılllarda bir şair ağabeyimizin yazdığı iki şiir o dönemde ülkücü gençliğin Türkeş Bey’i nasıl algıladığının ve ruh halimizin çarpıcı birer örneğidir:
“Nerde Selenge, Orhun
Kopuz kırık, at yorgun
Susmam hayra değil
Korkun düşmanlar korkun
Ergenekon’da kalmışık
Giden gitmiş sonda kalmışık
Ey atlı Türk, kanatlı Türk
Çağ açan yerle yaşıt
Artık kalk artık
Kimler çalmış senin altın çağını
Buldum buldum dert ortağımı
Bekleyin duyulur
Birazdan bir kurt ulur
Çakallar susar
Geldi beklenen atlılar
Başta Başbuğ
Büyük başlı, büyük elli
Tanrı’nın gönderdiği belli
Irkımda kurtuluş sancısı var”
Uzun yıllar ülkücü gençliğin dilinde coşkulu bir marşa dönüşen bir başka şiir ise:
“Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğun
Haykırıyor bozkurtlar
Selâm sana Başbuğum
Türklük bir yiğit arar
Tanrı dağları kadar
Canlansın hatıralar
Selâm sana Başbuğum
Semerkandlar Kerkükler
Yaslı yaralı Türkler
Bir gün Alparslan kükrer
Selâm sana Başbuğum
Altaylar’dan Tuna’ya
Yeniden bütün dünya
Görsün korkulu rüya
Selâm sana Başbuğum
Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan’a
Selâm selâm Turan’a
Selâm sana Başbuğum
Tabii ki Türkeş sıradan birisi değildi; ama neticede zaaflarıyla, meziyetleriyle o da bir insandı. Belirgin özelliği azimli ve tavizsiz Türk milliyetçiliği, köşeli dava adamlığı ve dış politikadaki sağlıklı ve istikrarlı kalın çizgileriydi. Ama aynı zamanda Türkeş Bey’in bir de siyasetçi kimliği vardı. Bizler o gençlik çağımızda, Türk siyasi hayatının işleyişini bilemediğimiz için; Türkeş’e insan üstü güç vehmediyor ve hayalciliğimiz biraz da oradan geliyordu.
O yıllarda rahmetli Türkeş Bey ile ilgili “Başbuğ” tabirinden çok “Albay” tabiri kullanılırdı. Bursa Eğitim Enstitüsü’ne aynı sene kaydolduğumuz Kırıkhanlı bir arkadaşımızın bir gün şöyle dediğini hatırlıyorum: “Albay demiş ki bu millet istese de istemese de bir gün devletin başına geçeceğim.” Tabii Türkeş’in böyle bir şey demesi mümkün değildi fakat gençlik duygularımız şehir efsaneleri üretmeye son derece müsaitti. Hatta sayıları az da olsa aramıza katılanların bazıları ‘Ne eder eder Türkeş yönetimin başına geçer’ umudunu taşıyordu.
Merhum Başbuğ, herkesin düştüğü yerde kalkıp yürüyen bir liderdi. Büyük bir teşkilatçıydı. Özellikle siyasetin Ankara’da koltuklara gömülüp yatmakla, ahkam kesmekle olmayacağını; halkla yakın temas kurmanın, halkın elinden tutmanın, halkla göz göze gelmenin, halkın sofrasında oturmanın, onların acılı ve sevinçli günlerinde onlarla beraber olmanın gerektiğini bilenlerdendi. Son nefesini verdiği o günde bile ilerlemiş yaşına rağmen Amasya İl Kongresi’ne katılmış dönüşünde de bir düğüne katılıp orada rahatsızlanmıştı. Yani her an sefer üzereydi.
Bin bir yokluk içerisinde, elinde meşin bir çanta, Anadolu’yu karış karış gezerek bir büyük parti teşkilatı vücuda getirmişti. Siyasetin ilk yıllarında Kızılay’daki parti binasında sobası dahi yanmayan odada paltosuyla oturarak siyasi mücadelesini veriyordu.
İskender Öksüz Hoca: “1968 senesinde Ankara Dikimevi’nden Tandoğan’a doğru bir ‘Dokuz Işık Yürüyüşü’ gerçekleştirdik topu topu 80-90 kişiydik. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin önünden geçerken aşırı solcu militanların, fakülteye saldıracağımız korkusuyla uzun namlulu silahlarla fakültenin çatısında mevzilendiklerini görmüştük. 10 sene sonra 15 Nisan 1978’de bu güzergahta bir milyon insan yürümüştü. Dünyanın hiçbir yerinde sıfırdan başlayıp bu kadar kısa bir sürede böylesine bir sosyal ve siyasi neticesi alınamamıştır” demektedir.
Aynı şekilde merhum Türkeş, Türkiye’den muhtelif Batı Avrupa ülkelerine çalışmak için giden yüzbinlerce Türk insanının sahipsiz kalmaması için o ülkeleri şehir şehir gezerek ülkücü teşkilatlar kurdurmuş ve insanlarımızın milli-İslâmî kimliklerinin muhafazasında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu hizmetler sıradan bir parti genel başkanının yapacağı işler değildir; ancak kendisini büyük davalara adamış insanların işidir.
Merhum Nevzat Kösoğlu anlattığına göre; Türkeş, olağanüstü zamanlarda bile soğukkanlılığını ve mücadele azmini kaybetmeyen bir insandı. Bir keresinde, “Bir komutanın ölülerine ağlayacak vakti yoktur, hep ileriye bakmak zorundadır” diyerek bizlere liderliğin neye tekabül ettiğini kısa ve net biçimde anlatmıştı.
1977 seçimlerinde, Yüksek Seçim Kurulu’na senatör listesi eksik verilmiş, bu sebeple MHP’nin genel seçimlere girememe ihtimali ortaya çıkmıştı. Gün Sazak Bey, Türkeş Bey’e dedi ki: “Efendim galiba seçimlere giremeyeceğiz!” Türkeş Bey’in yüzünden, şöyle bir siyah bulut geçti, elini masaya vurdu: “Canınız sağ olsun! Bağımsız girer yine kazanırız!” Biz koltuklara çökmüş, ürkmüş bir vaziyetteydik. Türkeş Bey bunu söyleyince yine canlandık, dünyamız aydınlandı; yeniden doğmuş gibi olduk. O zaman ben yine Dündar Bey’i hatırladım. Herkesin yıkıldığı yerde kalkıp yürüyen adam bu! Ve lider de O’dur” diyordu Dündar Bey.
Millet bizi seviyordu, takdir ediyordu ama iş oy vermeye gelince her seferinde Türkeş Bey’in 27 Mayıs askeri darbesinin kudretli albayı olduğu ve Başvekil Adnan Menderes’i idam ettirdiği iddiası ile oy vermiyordu. Biz oturup ‘Vatan, millet, Sakarya, Batılılaşma, Komünizm tehlikesi’ falan bunları anlatıyoruz; bunları halk anlamasa da sezgisiyle doğruluyor, güzel ve doğru sözler söylediğimizi, haklı olduğumuzu anlıyordu ve bizlere sıcak davranıyordu; ama sıra oy vermeye geldiğinde gözünü Türkeş’e dikiyor ve onu affedemiyordu. Bunca tecrübeden sonra, “En kötü demokrasi idaresini en iyi ihtilal idaresine tercih ederim” sözüne rağmen Türkeş’in demokratik düşünce ve temayüllerine inanmıyorlardı. Türkeş, demokrasiye soyunmuş, ihtilalciliği bırakmış, halka dönmüş, halkla içli dışlı filan ama halk onun hakkındaki kişilik algısını hiç değiştirmiyordu. Türkeş demokrasi konusunda samimiydi. Sadece imkânı o olduğu için değil, giderek Türkeş Bey halkla bayağı yakınlaşmıştı.
Buna rağmen bir türlü bize iktidar yolu açılamıyor, ‘ihtilalin kudretli albayı’ engelini aşamıyorduk. En azından Menderes’in idamında Türkeş Bey’in o tarihte Hindistan’da sürgünde olması sebebiyle bir dahlinin olmadığı hatta Milli Birlik Komitesi başkanı Cemal Gürsel’e mektup yazarak idamı önlemeye çalıştığını dünya âlem bildiği halde bu algıyı bir türlü kıramadık. Bu 1980’lere kadar böyle devam etmişti, milletimiz bize bir türlü iktidar vizesi vermedi. 1975’te MHP’nin 1. Milliyetçi Cephe hükümetinde yer almış olmasından dolayı özellikle Adalet Partisi seçmeni nezdinde bir miktar yakın alaka oluşmuş, bundan dolayı da 1977 seçimlerinde MHP meclise 16 milletvekili getirmeyi başarmıştı.
Bu başarıda o yıllarda aşırı solun ve etnik bölücülüğün her rengini bünyesinde barındıran CHP’nin azgın saldırılarına ve Türkiye’de Sovyetlere dost bir hükümet kurmak için darbe planları ile iç savaş provaları düzenleyen kesimlere karşı, MHP’nin ve ülkücü gençliğin vermiş olduğu büyük mücadelenin önemli bir payı olacaktı.
Bu mücadele, sağ seçmenin nezdinde MHP’yi ve Türk milliyetçiliğini yükselen değer haline getirmişti. Eğer 12 Eylül askeri darbesi olmasaydı bu yükseliş devam edecek, 1981 senesinde yapılacak seçimlerde en kötü ihtimalle merkez sağın ikinci partisi olarak meclise girebilecekti.
Aynı şekilde Türkeş’in ve Türk milliyetçileri fikir ve inançları doğrultusunda kalkınmış, sanayileşmiş, dünyada güçlü ve itibarlı bir ülke haline gelmiş ‘Milliyetçi Büyük Türkiye’ idealini gerçekleştirme mücadelesi veriyordu. Çarlık döneminden beri sıcak denizlere inme idealinden vazgeçmeyen Sovyetler Birliği ise Türkiye’de ‘Sovyetlere dost bir hükümet’ kurdurmak için iç savaş provaları dahil; etnik ırkçılığı, bölücü mezhepçiliği sürekli tahrik ediyordu. Kendisine bağlı Komünitern vasıtasıyla Türkiye’deki komünizan faaliyetleri yönlendiriyor, dünyanın her ülkesinde ayrı bir strateji izleyerek hedefine varmaya çalışıyordu. Devleti ve orduyu yönetenler bunu göremiyorlardı.
ABD ve Batı Avrupa da aynı şekilde Türkiye, güçlü bir devlet haline dönüşürse üzerindeki kontrolü kaybetme endişesiyle Türkeş Bey’e ve Milliyetçi Hareket’e daima hasmane bir tutum içerisindeydi. Prof. Dr. Mehmet Akif Okur’un Türk Yurdu dergisi Nisan 2015-Yıl 104 – Sayı 332 itibariyle yayımladığı “Amerikan Belgelerinde Alparslan Türkeş Kurgular Ve Gerçekler” isimli makalesinde anlaşılacağı üzere ABD’nin 1960 yıllarından itibaren Türkeş’e bakışı hiçbir dönemde müspet olmamıştır. (Kaynak için bakınız: https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=245)
Nevzat Kösoğlu şöyle yazıyor: “Eğer ülkücüler, Türk milliyetçileri o dönemde müthiş fedakarlıklar, dirençler, kavgalar, mahkumiyetler pahasına bir sivil direnişi gerçekleştirmeselerdi böyle bir felaketle Türkiye de karşılaşabilirdi. Rusya 1970’li yıllarda Türkiye’yi düşürebilseydi Sovyetler Birliği parçalanmayacaktı. Ta’ 15.yy’dan beri gayeleri olan İstanbul, Boğazlar ve Türkiye’ye hâkim olacaklar, Ortadoğu’nun kilidini eline geçireceklerdi. Ülkücüler bunu engellediler. Çok ağır bahalar ödeyerek engellediler. Heyet-i Umumiye’si ile yapılan iş Cumhuriyet tarihinin en büyük vatan savunmasıydı. Bu bir milli mücadeleydi ve başarılmıştır, derim. Türkeş’ten başka hiçbir kimsenin bu hareketi yönetmesi, yürütmesi mümkün değildi. Gençliğin Türkeş’e olan bağlılığı gevşeseydi hareket bitebilirdi. Bu bakımdan ben Türkeş Bey’in işlevini yerine getirdiğine kaniyim. Büyük bir fonksiyonu ifa etmiş olduğuna inanırım.”
Merhum Nevzat Kösoğlu’nun da belirttiği gibi Türkeş’i Türkeş yapan onun liderlik meziyetlerinin yanı sıra Ülkücü Türk Gençliğinin Türkeş’e ve Türk milliyetçiliği davasına yüksek bir adanmışlık duygusuyla bağlılığıdır. Günümüz Ülkücü Gençliğinden yegâne beklentimiz de bu adanmışlık duygusunu bir muasır medeniyet hamlesine dönüştürecek ilmi, fikri, kültürel çabayla pratik hayatta gerçekleştirebilmesidir.
(Devam edeceğiz…)