Ülkücü gençliğin merhum Türkeş’e olan sadakatinden ve Türkeş’i Türkeş yapanın biraz da bu derin bağlılıktan kaynaklandığından bahsetmiştik. Buna kendi hayatımla ilgili iki örnek vermek istiyorum.
Türkeş Bey’in albay üniformalı bir büyük fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında şu ibareler yer alıyordu: ‘Türk milletine hizmet edebilmek için hayatını feda edebilecek kadar cesur olmak yetmez, alçakça iftiralara, şeref ve haysiyetlere karşı işlenen suikastlere karşı da cesur ve dayanıklı olmak gerekir.’ İşte Türkeş’in ve ülkücülerin hayatını özetleyen bir cümle.
Ben bu fotoğrafı camlı çerçeve yaptırdım. 1973 Ağustos’unda Afşin’deki evimizin misafir odasına astım. Ertesi gün rahmetli babam bana : ‘Oğlum Türkeş bizim hısmımız değil, akrabamız değil bu fotoğrafı niye astın, bunu buradan kaldır.’ dedi. Ben de (Şimdi aziz ruhundan af diliyorum) “bu fotoğraf burada kalacak!” dedim. Ve kendi kendime karar verdim. Eğer babam o fotoğrafı indirseydi bir daha dönmemek üzere evi terk edecektim.
Babam benden daha olgun davrandı. Kararımı sezmiş olmalı ki konuyu bir daha hiç açmadı. Sonrasında babam daha hızlı MHP’li oldu. İlçe yöneticisi oldu. Yıllarca teşkilatın yükünü omuzlarında taşıdı. 1977 genel seçimlerinde Kahramanmaraş’tan MHP milletvekili aday listelerinde dördüncü sıradan milletvekili adayı oldu.
O fotoğraf 12 Eylül askeri darbesine kadar o odada asılı kaldı. Sonra evin çatısında saklandı. Ben cezaevinden tahliye olduktan sonra babam o fotoğrafı götürüp MÇP ilçe başkanlığına: “Bugüne kadar biz sakladık, bundan sonra da siz saklayın.” diyerek hediye etmiş.
1985 yılı Temmuz ayının başlarında Bartın Özel Tip Cezaevi’nden tahliye oldum. Ağabeyim Hasan Hüseyin Barutcu, Eniştem ve halamın oğlu Merdan Binboğa ve okul arkadaşım Karabüklü Zeki Yılmaz, Bartın MHP eski ilçe başkanı Mustafa Bayrak amca (Saatçi Mustafa), halen üç dönemdir MHP’den Bartın Belediye Başkanlığını kazanan değerli kardeşim Cemal Akın Bey (o yıllarda üniversite öğrencisiydi) bizi karşıladılar.
Ankara’ya geldik, teşkilat işlerini gayrıresmi olarak büyük fedakarlıklarla yürütenlerden biri de Ülkü Ocakları eski genel başkanı Muharrem Şemsek idi. Evinde ziyaretine gittik. Ben Türkeş Bey’i sordum. Denizli Pamukkale’de dinlenmekte olduğunu söyledi. Ağabeyime dönüp: “Siz Afşin’e gidin, ben önce Denizli’ye gidip Türkeş Bey’i ziyaret edeceğim.” dedim. Ağabeyim adeta yalvarırcasına “Kardeşim, anam babam akrabalarımız on yıllık hasretle seni bekliyorlar. Şimdi gitmezsen ele güne karşı ayıp olur, yanlış anlamalara sebep olur.” dedi. Ben yine “Önce lider ziyaret edilir, sonra aileye gidilir.” diye direttim. Muharrem Şemsek araya girerek: “Doğru olan önce senin aileni ziyaret etmendir. Zaten Türkeş Bey de yarın Denizli’den İzmir Gümüldür’e geçecek. Sen beş on gün memleketinde kal, sonra İzmir’e gidersin” diyerek beni ikna etti.
Afşin’e gittim. Ailem, akrabalarım, ülküdaşlarımla hasret giderdim. Hemşerilerimizden Allah razı olsun, 7’den 70’e bizi cepheden gelen bir askeri karşılar gibi karşılayarak büyük teveccüh gösterdiler. Babamın evinin bahçesi günlerce doldu boşaldı.
Zihnimde lideri ziyaret yer ettiği için bir haftadan fazla kalamadım. Otobüsle İzmir’e gittim. Elazığ Ülkü Ocakları eski başkanı Diyarbakırlı Vedat Güldoğan’ı buldum. Vedat Bey’in kardeşi Cevat Bey’in arabasıyla birkaç arkadaşla beraber yol boyunca merhum Ozan Arif’in yasaklandığı için gizlice dağıtılan “Sen zindanda ben gurbette oy oy…” sözlerini dinleyerek Gümüldür’e ulaştık. Türkeş Bey bize on yıllık cezaevi hayatımız boyunca gösterdiğimiz sabır, direnç, mücadelemizden dolayı takdirlerini ifade edip, “ahlâk ve faziletinizle de başka arkadaşlarınıza örnek oldunuz” diyerek bizi taltif etti.
Evet, Türkeş Bey’in cezaevinden çıkışı, içerideki dışarıdaki, sürgündeki ülküdaşlarımızda büyük bir ümit ve heyecan doğurmuştu. İlk tahliye olduğu gün evinin etrafını dolduran mahşeri kalabalıktan dolayı şaşkınlığını gizleyemiyor ve yanındaki bir arkadaşımıza eğilip: ‘Oğlum bu milletin sevgisi de adamı öldürür.’ diyor.
Çok öncelerden tanıştığımız ve hep yazıştığımız merhum gazeteci Ergun Göze ağabeyi o günlerde İstanbul’da Boğaziçi Yayınevi’nde ziyaretine gittiğimde merhum Aydın Bolak Bey ve bir grup arkadaşıyla oturuyordu. Yanındakilere beni göstererek: “Bu ülkücü gençlerin çektiği çileyi Türkeş Bey bile çekmemiştir. Biz Türkeş Bey’den cezaevinden tahliye olduğu gün cezaevinin kapısında ‘Bana bir yorgan getirin, cezaevlerindeki bütün ülkücü evlatlarım ve dava arkadaşlarım bırakılıncaya kadar buradan bir yere ayrılmayacağım…’ demesini beklemiştik” dedi.
Böyle bir şey mümkün müydü? 12 Eylül askeri darbesinin gölgesi ve baskısı hala sivil idare üzerinde devam ederken buna müsaade edilir miydi? Bilmiyorum. Ama toplumun bazı kesimlerinde Türkeş Bey’le ilgili böyle bir beklenti de vardı. Tabii bu hadise gerçekleşseydi dünya çapında ses getirecek ve tarihe geçecek müthiş bir olay olurdu.
Cezaevinden çıktıktan sonra bir süre muhtelif cezaevlerine giderek izin alabildiğim yerlerde arkadaşlarımızı ziyaret ettim. Ankara’da, İstanbul’da, Bursa’da, Adana’da, Gaziantep’de Malatya’da, Eskişehir’de, Kastamonu’da evlatları cezaevinde olan ülkücü aileleri ziyaret ettim. Maksadım, “Bakınız ben de sekiz sene idamla yargılandım, sonra on sene yatıp çıktım. İnşallah sizlerin evlatlarınız da bir gün çıkıp geleceklerdir.” deyip şairin diliyle:
‘Mahpusluk değil mi şunun şurası
Bir de bakarsın bu günler geçmiş
Kadrini bilene dergah burası
Bütün evliyalar bu yolu seçmiş.”
Diyerek ümit verip teselli etmekti.
Fırsat buldukça Mamak Askeri Mahkemesinde yargılamaları devam eden Eskişehir ve Bursa Ülkücü kuruluşlar davalarını takip etmeye çalışıyordum. Tutuklu arkadaşlarımızın çoğu büyük imkansızlıklar içerisindeydiler. Merhum Galip Erdem ağabeyin öncülüğünde yapılan bir yardım çalışması, MAYAŞ bünyesinde merhum Ali Güngör ve Dr. Devlet Bahçeli’nin çevresindeki bir grup arkadaşımızın gayretleri ve Muharrem Şemsek Bey’in çevresindeki bir grup arkadaşımızla yürüttüğü mütevazi yardım çalışmaları dışında tutuklu arkadaşlarımız tabiri caizse kaderleri ile başbaşa bırakılmıştı. Çoğu yoksul veya orta gelirli ailelerinin destekleri dışında hiçbir destekleri yoktu.
12 Eylül öncesi canhıraş bir mücadele içerisinde iken bu kötü günlerin hiç hesap edilmediği, buna uygun tedbirlerin alınmadığı ve imkanların hazırlanmadığı ayan beyan ortadaydı. Devleti yönetmeye talip olan bir hareketin bütün güçlerini tedbirsizce cepheye sürüp geride hiçbir yedek kuvvet ve ikmal imkanları hazırlamadığı görülüyordu.
Türkeş Bey, Ankara’ya döndüğünde Bahçelievler’deki çalışma yerinde zaman zaman ziyaretine gidiyor, cezaevlerindeki arkadaşlarımızın hal ve ahvalini anlatıyordum. Bir keresinde: “Efendim, sizin bizatihi cezaevinden tahliye olmanız bütün camia için sevinç vesilesi olmuştur. Aynı zamanda arkadaşlarımız içeride maruz kaldıkları imkansızlıklar ve zulümler karşısında daha önce ‘Ne yapalım, hareketimizin lideri de tutuklu’ diye teselli bulmaya çalışıyorlardı. Şimdi ise ‘Liderimiz tahliye oldu, meselelerimize çok daha süratli çözümler bulunur’ ümidi ayrı bir sevinç vesilesi olmuştur.” dedim. Bana cevaben: “Evladım, ben her türlü siyasi hakları elinden alınmış, yalnız bir insanım. Ne yapabilirim?” dedi. Ben de “Hiç olmazsa Anadolu’yu karış karış gezmeli, arkadaşlarımızın ve ailelerin, camiamızın maneviyatını yükseltmelisiniz” demiştim.
Evet, o günlerde gerçekten çok yalnızdı. 1986, 9 Ocak akşamı Ankara Oran’daki evinden telefonla aradım. “Efendim bugün partimizin MHP ismini alışının 17. Yıl dönümü, kutlu olsun! İnşallah daha güzel günlere hep birlikte ulaşacağız.” dediğimde “Sağol oğlum, senden başka da hatırlayan olmadı” demişti.
Türkeş bey yalnızdı, camiamız bugünkü gibi yine darmadağınıktı. Hareketimizin lider kadrosunun önemli bir kısmı cezaevinde tutukluydu. Bir kısmı yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Ankara’da da birkaç grup oluşmuştu. Bir grup merhum Ali Güngör ve MHP’nin şimdiki Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin başını çektiği gruptu. Bunlar Muhafazakar Parti’nin oluşumunu ve siyaset üslubunu tasvip etmiyor ve uzak duruyorlardı. Cezaevinden çıktıktan sonra bir akşam Keçiören’deki bir arkadaşımızın evinde ev sahibi, merhum Ali Güngör, Dr. Devlet Bahçeli, merhum Necati Dalgıç, Metin Kaplan ve bendeniz akşam ezanından başlayıp sabah ezanına kadar Ülkücü Hareket’in geleceğini ve neler yapılması gerektiğini istişare ettik. Ben şahsen bu gruba daha yakın duruyordum. Ve sonuçta “Türkeş’e rağmen, Türkeş’le beraber” olmada mutabık kaldık. Tabii daha sonra Türkeş Bey Devlet Bey’i partiye davet etti ve Devlet Bey de MÇP’ye katıldı. Bize de Devlet Bey’den herhangi bir haber veya davet vaki olmadı. Buna rağmen bir burukluk yaşadıksa da kırılmadık. Nitekim MÇP Genel Sekreteri sıfatıyla 1987 yaz ayında Afşin ve Elbistan’a geldiğinde kendisini yıllar sonra ilk defa yüzlerce arabalık bir konvoyla karşıladık.
Siyasi partilerin kuruluşuna müsaade edildiğinde Muharrem Şemsek ve ekibinin “Başbuğ’un izni ve talimatı doğrultusunda” diyerek MHP’nin yerine kurdurulan Muhafazakar Parti’yi desteklemesine rağmen bu parti ölü doğmuştu. Bir kere bulunan Genel Başkan Mehmet Pamak yanlış bir isimdi. Danışma meclisi üyesiyken ülkücü arkadaşlarımızın idamına evet oyu vermişti, daha sonra da fikir çizgisi itibariyle Türk milliyetçiliği fikrinden çok çok uzaklara savrulup Mazlum-Der, Hizbullah gibi bize göre yanlış fikir çizgilerinin mensubu hatta öncülerinden olmuştu.
1983 genel seçimlerinde emekli Orgeneral Turgut Sunalp’in kurduğu ve darbeci generallerin desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin desteklenmesi çok yanlış olmuştu. Hele de bu desteğin “Turgut Sunalp Türkeş Bey’in durumuyla yakın ilgileniyor, zaten Harbiye’den sınıf arkadaşı” denilerek Türkeş Bey’in talimatıyla yapıldığı söylentisi içimizde fırtınaların kopmasına sebep olmuştu. Ne oluyordu? Ülkücüler 12 Eylül’ün cellatlarına mı pazarlanıyordu? Ve bu neyin karşılığıydı? Hatta Bartın Cezaevi’nde devrimcilerin alay konusu olmuştuk. Kaldıkları koğuşlardan bize “Ülkücü Horozlar” (MDP’nin amblemi horozdu) diye bağırıyorlardı.
Bir kısım arkadaşlarımız da 3. bir grup olarak ANAP, DYP veya MDP gibi kitle partilerinde siyaset yapmanın daha doğru olacağını savunuyorlardı.
Devam edeceğiz…
Gelecek yazıda: “Türkeş demokrat mıydı? Türk Siyasetinin bazı müzmin hastalıkları…”