12 Eylül Askeri darbesinden sonra Ülkücüler devlet ile zindanlarda, mahkeme salonlarında ve darağaçlarında yüzleşmek zorunda kalmışlardır.
Bu insanlar devlet gibi, dost, baba olarak kutsadıkları müesseselerin o yıllardaki yöneticileri (darbeciler) tarafından perişan edilmişlerdir, birçoğu gençliklerini yaşayamamış bir büyük sevdaya kapılmanın dışında sevdiklerine, gönül verdiklerine dahi duygularını itiraf edememişlerdir.
Bazılarının sevdaları yarım kalmış dışarıda kendilerini bekleyenlere: “Benim buradan çıkışım mümkün görünmüyor kendine bir hayat kur.” diye haber göndermişlerdir.
Beklemeye söz veren bazıları ise ya yorgun düşmüş, hayatın zaruretlerine yenilmiş veya ailelerinin baskılarına boyun eğerek beklemekten vazgeçmişlerdir.
Verilen sözler mi? Şairin dediği gibi “İnsanoğlu çiğ süt emmiş emmioğlu!…”
Uzun yıllar cezaevlerinde tutuklu veya yurtdışında yaşamak zorunda kalan bu insanlar gurbetin derin acısını daima yüreklerinde hissetmişlerdir. Bir yandan sevdiklerine derin hasret duyarken öbür taraftan da Batı Avrupa ‘da Türkiye aleyhtarı faaliyetlere karşı yine hiç yüksünmeden mücadele etmişler, meydanlara yüz binleri toplayarak mahşeri kalabalıklarla yaptıkları gösterilerin adını “Vatan bizsiz olamaz” koymuşlardır.
Bu neslin yaşadıkları adeta Birinci Cihan Harbî ‘nin ve Milli mücadelenin acı, yokluk, ızdırap ve esaret yıllarını hatırlatmaktadır. Uzun yıllar sonra cezaevlerinden veya başka kimliklerle yaşadıkları yabancı diyarlardan “Ana ben ölmedim” sözleriyle aile ocaklarına döndüklerinde bir kısmının ana-babaları artık dünyalarını değiştirdikleri için kapısını itip girecekleri, başlarını sokacakları bir baba ocağından da mahrum kalmışlardır. Büyük hüsranla görmüşlerdir ki artık kendileri bu cemiyette “Sakıncalı Piyadedirler.”
Toplumda ölçüler değişmiş, telakkiler değişmiş bazı çevrelerde adanmışlık duygusunun yerini köşe dönmecilik anlayışı almıştır.
Bunun adı: “Gemisini kurtaran kaptan” dır.
Bu Ülkücü mücadele adamları yaşayamadıkları gençliklerinin kaybına ve sahip olamadıkları dünyalıkların eksikliğine kahırlanmak ve hayıflanmak yerine yıllar sonra sahip olduklarıyla yetinmesini ve bunlara şükretmesini bilmişlerdir. 35’li yaşlardan sonra hayatlarını birleştirdikleri eşlerine ilk şartları merhum Remzi Oğuz Arık’ın müstakbel eşine hitaben:
“ Bütün bir ömrü bir cephedeymiş gibi yaşayacağız, böyük eşim!” cümlesi olmuştur. Çünkü bu gaye adamlarının fikir ve inanç cephesinde verecekleri daha nice mücadeleler onları beklemektedir.
35-40’larından sonra kurdukları aile yuvalarında kendilerini bunca yaşadıkları bela ve musibetlerin pençesinden kurtararak sağlık, hürriyet, rızık, eş ve evlat bahşeden Rabblerine şükür makamındadırlar.
Bu bela ve musibetlere maruz kalmayan kendi yaşıtları artık torunlarını evlendirirken bu insanlar üç dört yaşlarına gelmiş torunlarının varlığına şükrediyor ve teselli buluyorlar.
“Dehrin cilvesiyle dört bir yana savrulan o ülkücü nesil, yıllar boyunca başının çaresine bakmayı bilmiş, amelelikten müstahdemliğe, esnaflıktan yüksek idareciliğe, öğretmenlikten sanatkârlığa, siyasetten ilim adamlığına, Nobel ödüllerine kadar her alanda alnının akı ve teriyle kimselere yaslanmadan, ikbâl ve iltimas beklemeden evine ekmek götürebilme saadetini yaşamıştır; onlar sadece Allah’a minnet eden bir nesildir.”
“Türkiye’de yaşanan bu darbe süreçleri sonucunda milliyetsizliği kutsayan ve Türksüzlüğü teklif eden bir anlayışın yolu açılmıştır. Bu durum refleksleri kapitalizmin olağanüstü yöntemleriyle işlemez, vicdanları sömürü şehvetiyle çalışamaz hale getirilen bir halkın başına getirilen iktidarların kat ettiği mesafenin büyüklüğünü göstermektedir.”
12 Eylül Askeri darbesinin üzerinden yıllar geçti. Etnik/mezhepçi/bölücü terör gemi azıya aldığında artık gençler bunlara karşı sokağa çıkmaya ve telin etmeye bile gerek duymuyor. Kıbrıs, Kerkük, Kırım, Doğu Türkistan gibi milli davalarda bile ses getirecek bir tavır ortaya konulamamaktadır. Kırk yıldır bölücü ihanet çetelerine karşı verdikleri mücadelede Al Bayraklara sarılı Tabutlarıyla ülkeyi adeta bir gelincik tarlasına döndüren şehitlerimizin cenaze merasimleri artık sıradanlaşmıştır.
Mesela İKB (Irak Kürdistan Bölgesi) Bayrağının -Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığının önünde gönlere çekilmesinin telin edilmesi maksadıyla- 2 Nisan 2017 tarihinde Ankara Kızılay, Güvenpark da yapılan gösteriye katılanların sayısı birkaç yüz kişiyi geçmiyordu.
Sonuç olarak:
Darbeciler, Türkiye’nin geleceği açısından milli şuur sahibi herkesi kaygılandırıp düşündürmesi gereken bu acı tablonun vebalini daima omuzlarında taşıyacaklardır.
Bütün bu yaşananlara rağmen unutulmamalıdır ki:
“Fertler ve toplumlar gayeleri kadar büyüktür. Tarih boyunca ülkeler ve milletler merakı, derdi, davası, iddiası, teklifi ve itirazı olan insanlar tarafından yükseltilmiştir. Çağlar boyunca insanlığı, ancak kendisini bir davaya adayanlar yüceltebilmiştir. Onun içindir ki Davası olmayan adam değildir.”
“Kahramanlıklar, şaheserler ve büyüklükler geçmişte katlanılan fedakârlıkların sonucudur.” Rahata, iştaha ve zevke kıymadan; uykusuz gecelere katlanmadan; kahredici bir çalışma temposuyla gayret etmeden Türkiye’nin geleceğini inşa etmek mümkün değildir.
2020’lere geldiğimizde 1970’li yılların mücadele adamları olarak birçoğumuz daha sık gözlük değiştirmek zorunda kalmakta, yaş olarak 70’lere ulaşmanın bir takım fiziki sıkıntılarını yaşamaktayız. Artık saçlarımıza kar yağmıştır. Bedenlerimizde 12 Eylül’ün işkence hanelerinde aldığımız ağır darbelerin izlerini hala taşımakta, ruhlarımızda açılan derin yaralar kanamaya devam etmektedir.
“Bütün bunlara rağmen Ülkücü Türk milliyetçileri olarak yenilgiyi asla kabul etmiyoruz.” Bizler dünyamızı değiştirip ahiret yurduna göçsek bile bizden sonra gelecek nesillerin “Bu yüce dileğe” giden yolda hizmet ve mücadele bayrağını daha da yükseklere taşıyacağına inanıyoruz.
Dün olduğu gibi bugünde yegâne gayemiz Türkiye’de lekesiz ve gölgesiz bir adalet nizamının ve hukukun üstünlüğü anlayışının yerleşmesidir. Milli kültür politikalarıyla gençlerimizin Batı’nın yoz kültür anlayışının pençesinden kurtarılmasıdır. Gerçek anlamda bir milli eğitim sistemi uygulanarak Türk milletinin her alanda ihtiyaç duyduğu imanlı ve vatanperver, bilgili ve şahsiyetli kanaat önderlerinin yetiştirilmesidir.
21.yüzyıldaki ufkumuz demokrasinin bütün kurallarıyla işlediği, yargı bağımsızlığının ve kuvvetler ayrılığının tartışılmaz bir şekilde gerçekleştiği, devleti yönetenlerin her kademe de hesap verebildiği bir Türkiye’dir.
Milliyetçilik her şeyden önce millet iradesine saygıyı gerektirir. Bu sebeple de her türlü askeri ve sivil vesayetin son bulduğu, ülkemizin ilmin ve aklın rehberliğinde yönetildiği günlere, huzurlarla örülmüş, sevgilerle donatılmış, kalkınmış ve itibarlı bir ülke oluncaya kadar mücadelemiz devam edecektir.
Şimdi, “Düşman kavi, talih, zebun” olsa da bu büyük gayemizden vazgeçmiş değiliz. “Bir gün geri geleceğiz, dünyayı yöneteceğiz!”. Geleceğin Milliyetçi Büyük Türkiye’sinin kurulacağına dair inancımızı muhafaza etmeye devam ediyoruz. Çünkü “Eski devirlerde ve yeni zamanda bütün dünyada görülen odur ki; insan haklarına saygılı olmayan kaynak ve kuvveti hakk ve adalet ilkelerine dayanmayan bir devlet idaresi payidar olmamıştır ve olmayacaktır.”
Yahya Kemal’in:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”
mısralarında belirttiği gibi bir gün emr-i hakk vaki olup ahiret yurduna göçtüğümüzde bile toprağın altında kalan kemiklerimiz ve Tanrı Dağlarının semalarında atalar ruhlarıyla buluşan ruhlarımız “Bu büyük muştu”yu beklemeye devam edecektir.
Merhum Samiha Ayverdi Hanımefendinin söylediği gibi: “Zamana atılan fikirlerde toprağa atılan tohumlar gibidir. Uygun zemin ve iklimi bulduğunda mutlaka yeşerecektir.”