KURTARICI(!)NIN ZULMÜ (1)
Öncesi ve Sonrası ile 12 Eylül 1980 – (1)*
Darbe, Türk Dil Kurumu tarafından “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanmıştır. Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan askeri darbelerin ortak noktası halkın isteği veya desteği aranmaksızın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) İç Hizmet Kan
unu’nun yorumlanmasıyla yapılmış olmasıdır. 1960, 1971 ve 1980 darbeleri, askeri yetkililerin sivil otoriteye karşı sivil halk adına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devamlılığını sağlama iddiasıyla yapılmıştır. (15 T
emmuz 2016 darbe teşebbüsü ayrı bir çalışma konusudur.) Sivil otorite ya da sivil halk askeri darbeyi istememiş buna rağmen askeri yönetim sivil halk için kendi doğrularına göre karar vererek darbeleri gerçekleştirmiştir. Darbeler üzerinde çeşitli dış güçlerin farklı derecede etkileri olmakla birlikte, darbe ortamının oluşmasında iç dinamiklerin etkilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. İç dinamikler darbeyi meşru kılacak ortamı hazırlamadığı takdirde dış güçlerin darbelerde yönlendirici olması neredeyse imkânsızdır.
12 Eylül askerî darbesi 27 Mayıs 1960’ta başlayan ‘darbeler silsilesi’nin yeni bir merhalesidir. Bu hadiseyi sebepleri ve sonuçlarıyla doğru okumak ve değerlendirmek için 40 yıl geriye gitmek, 1940’lardan, 27 Mayıs 1960’a ve 1960’tan 1980’e kadar geçen sürede meydana gelen iktisadi, sosyal, kültürel, askeri ve harici siyasetle ilgili gelişmeler üzerinde durmak, aralarındaki bağlantıları benzeyen ve benzemeyen taraflarını incelemek gerekir.
Tek partili yıllardan çok partili yıllara
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ile SSCB’nin önderliğinde iki kutuplu yeni bir uluslararası sistemin hâkim olduğu dünya şartları doğar.
Savaş süresince iki blok arasında oldukça bağımsız kalmaya çalışan Türkiye için artık sonun başlangıcı gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İkinci Cihan Harbi’nin galipleri arasında yer alacağı artık belli olmuş olan Sovyetler Birliği’ne dolaylı bir yaranma suretiyle soğumuş olan münasebetleri geliştirmeye çalışarak, oradan gelebilecek muhtemel bir tehdide karşı güya vakitlice tedbir almak istemiştir. Bu endişeyle Mayıs 1944’te Türkçülere, Türk Milliyetçilerine karşı geniş tutuklamalar başlatır. Bu hadiselerin arka planında ise 1939’da İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk aylarında kendisini Batıcı- Türkçü diye tarif eden Falih Rıfkı Atay, 1930’larda Türkçü, 1935’te Nazım Hikmet’le tanıştıktan sonra hızlı sosyalist olan Sabahattin Ali gibi isimlerle yapılan toplantılar ve bu toplantılarda alınan kararlar yatmaktadır. Planlanan Türkçülüğü yok etmektir. Bu görevi yerine getirmek için edebi sahada ise Sabahattin Ali 1940 yılında İçimizdeki Şeytan adında bir roman yayımlamış, Nihal Atsız, Peyami Safa, Necip Fazıl, Zeki Velidi Togan, Mükremin Halil Yınanç gibi isimlerin kurmaca karakterlerle temsil ettirmiş, bu isimlerin Türkçü- Turancı olduğunu ve bunların fikirlerinin ülkeyi yıkıma götüreceğini ifade etmiştir. Burada niyet edebi bir eser vermekten ziyade devleti, gelişen ve aydın muhitlerde geniş taraftarlar bulmaya başlayan Türk Milliyetçiliğini tasfiye etmeye çağırmaktır. Hattı zatında bu yıllarda Türkçülük-Turancılık milli güvenlik siyaset belgesine girmiş, yok edilmesi gerekilen fikirlerden birisi olarak eklenmiştir(1).
Cumhuriyet tarihindeki ilk büyük mağduriyetleri yaşayan Türk Milliyetçileri üzerinden girişilen bu gayretkeşliğin herhangi bir netice vermediği kısa zamanda anlaşılacaktır.
Daha savaşın dumanları tüterken, Rusya, Türkiye’den taleplerini basın yoluyla duyurmaya başlamıştı.
1945 yılında Rus Dışişleri Bakanı Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i Dışişleri Bakanlığı’na davet ederek Stalin’in Türkiye ile ilgili taleplerini ihtiva eden bir nota verir. Sovyetler bu nota ile Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmekte; İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde her türlü denetim hakkı ile Türkiye’de Sovyetlere dost bir hükümetin kurulmasını istemekt
edir.
Selim Sarper, diploması tarihimizin ‘yüz akı’ diyebileceğimiz bir tavırla notayı reddeder. Molotov, şaşkın, kızgın, çaresiz bir şekilde Türk Büyükelçisi’ni kapıya kadar saygıyla yolcu etmekten kendini alamamıştır(2).
“Dünya şartları biraz da kendi dışında olarak Türkiye’yi bir blokla bütünleşmeye itmektedir. ‘Gidilen yön’, Batı sistemidir. Batı, Türkiye’ye yalnızca politik sistemini değil, ekonomik sistemini de getirecektir.
1950’de ‘genel oy’ yoluyla Atatürk’ün kurduğu ve o anda devlet başkanı olarak İnönü’nün bulunduğu CHP iktidardan uzaklaştırılıyor, Atatürk’ün eski Başbakanlarından Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığında, Menderes’in Başbakanlığında Türk siyasi hayatında on yıl sürecek Demokrat Partili yıllar başlıyordu. Böylece geniş halk kesimlerinin kendilerini geliştirmekte yetersiz kalan eski devletçi ve bürokrat kadrolara duyduğu tepkiyi de yedeğine alan burjuvazi, özellikle 1950-1970 arsındaki yirmi yılda yapıyı adeta tersine çevirecektir(3).
Kapitalizm; toplumdaki kapitalizm öncesi güçlerin de direnişlerini kıracak, ‘kır’da veya ‘şehir’de üretim güçlerini yepyeni umutlarla güçlendirecektir.
Türk ekonomisinin yapısına bağlı yetersizlikleri, özellikle 1950’deki değişimi izleyen yirmi yılda dünya kapitalist sisteminin geniş dış kredilerinin de yardımıyla belli ölçülerde giderilmeye çalışılmıştır. Dış kaynaklar hem tarımda hızlı bir makineleşmeyi hem de ülkede modern ekonomik kesimin öncüsü olan büyük alt-yapı yatırımlarını hızlandırmıştır. Yollar, köprüler, barajlar, santrallerle donatılan Anadolu, oldukça içine kapalı bir ekonomik birim görünümünden çıkarılarak pazar için üretime açılmıştır.
Tarımdaki makineleşme köylerdeki fazla nüfusun şehirlere göç etmesine yol açmıştır. Böylece şehirlerin etrafında gecekondu kuşaklarının ilk belirtileri görülmeye başlamıştır. Bu durum hâlâ sancılarını çektiğimiz sağlıksız ve plansız şehirleşmenin de ilk adımlarıdır.
Şehirlerdeki artan nüfus sebebiyle gıda fiyatlarında gözle görülür bir yükselme olmuştur. Köyden şehre ilk göçenler gecekonduda yaşasalar da eski hayatlarıyla şehirdeki hayatlarını mukayese edip gecekondu
hayatını tevekkülle karşılıyorlardı.
İkinci ve sonraki nesillerse, varoşlardaki hayatlarıyla şehrin daha modern semtleri arasındaki hayat seviyesi farkını görmeye ve sorgulamaya başlamışlardır. Bu durum her geçen gün artan memnuniyetsizlikleri ve ileriki yıllarda özellikle sol partilerin her türlü propagandalarına açık oy depolarının oluşmasına yol açmıştır.
Şehirlerde orta ve büyük sanayii üretim birimlerinin yaygınlaşması sağlanmıştır. 1960’lardan itibaren sanayileşmenin devlet planları öncülüğüne alınması, kapitalistleşme ve sanayileşme hareketinin ana şartlarını bütün ekonomiye kabul ettirmesinin de bir başka simgesidir.
Kırsal kesimde toprakla son geleneksel bağlarını da koparan tarımsal işgücü, Türk sanayisinin ucuz ücretli emek ordusuna dönüşür. İşçi sınıfının kendi için sınıf haline gelişini hızlandıran süreç, demokratikleşme sayesinde ileriki yıllarda, sendikalaşma, toplu pazarlık ve grevi de anayasal haklar olarak onaylattıracaktır.
Ekonomideki eski güçlü durumlarını sürdürmek isteyen gelenekçi ve aşılmış çevrelerle yeni bir siyasi ve sosyal egemenlik peşindeki dışa açık modern kapitalist kesim arasında, Türk toplumunda artık stratejik bir iktidar mücadelesi oluşmaktadır.
Egemenlik statüleri değişecek olan bu eski ve yeni sınıfların çatışma ve çelişmeleri, buna ilaveten çoğu zaman dış dinamiklerin de devreye girmesiyle bazen toplumu köklerinden sarsan boyutlara ulaşır. Diğer yandan Menderes hükümetlerinin Batı dünyasının açtığı kredileri sadece yollar barajlar gibi alt-yapı yatırımlarına harcamakla yetinmeyip, bu kredileri cılız da olsa sanayi yatırımları için kullanması Batı dünyasında özellikle ABD çevrelerinde memnuniyetsizliklere yol açmıştır.
Hâlbuki Missouri zırhlısının Türkiye’ye demirlemesinden beri iki ülke arasında adeta bir balayı havası yaşanıyordu. Marshall yardımlarını alan DP kurmaylarından Bayar ülkeyi Küçük Amerika yapmayı vadederken, Menderes de her mahalleden bir milyoner çıkarmayı söylemlerinde yoğun olarak kullanıyordu. Ancak ABD’nin yardımlarla inşasına katkıda bulunduğu sistem Türkiye için değil, Amerikan menfaatlerine göreydi. Türkiye Kore’de Mehmetçiğin kanı karşılığı NATO üyeliğine alınırken bu sürece, içeride darbelerin bilinen ama görünmez yüzü olan -muhtemel bir Sovyet işgaline kadar sivil halkı teşkilatlandırmak üzere- Seferberlik Tetkik Kurulu’nun oluşturulması eşlik edecek, bildiğimiz kadarıyla günümüze kadar da varlığı sürdürecek olan, Milli Eğitim politikalarına yön vermek için içerisinde ABD’lilerin olduğu bir danışma kurulu teşkil ettirilecektir. Nitekim ileriki yıllarda Batı ikiyüzlülüğünü bir kere daha gösterecektir.
“Bu israfçı yatırımlara son vermezseniz, kredileri keseceğiz.” ikazları üzerine, Menderes hükümetleri Sovyetler Birliği ile bir dizi kredi anlaşmaları yapmaya başlar. Bu, bir anlamda sonun başlangıcıd
ır. Türkiye’nin 1950’lerin sonundan 2018’lere kadar bir türlü kurtulamadığı kısır döngüdür. 1961 Anayasası ile sonuçlanan 27 Mayıs 1960’daki DP’yi alaşağı eden askeri darbeden sonra Türkiye’ye ikinci büyük askeri müdahaleyi getiren 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinin yoğun iç çatışmaları bunalımları gibi…
(Devam edeceğiz.)
*İleriki dönemde kitap olarak neşretmeyi düşündüğümüz, takriben 5-6 bölümde yayınlanacak bu yazı serisi, 2017 senesi Eylül ayında Sungur Dergisi için kısa bir metin olarak yazılmıştı ve Ulucanlar Cezaevi’ndeki 12 Eylül toplantısında da kısa bir konuşma metni olarak sunuldu. Şimdi ise Milli Devlet Gazetesi için yeniden gözden geçirilip ilaveler yapılarak kaleme alınmıştır.
(1) Devlet Eski Bakanı, Türk Ocakları Eski Genel Başkanı Sadi Somuncuoğlu ile yapılan sohbette kendileri tarafından ifade edilmiştir.
(2) Efendi Barutcu, 3 Mayıs 2011 tarihinde Atatürk Orman Çiftliği’ndeki toplantıda yapılan “3 Mayıslar Bize Neler Söylüyor” başlıklı konuşmadan.
(3) Gevgilili Ali, Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitaplar Yayınevi, 1. Baskı, Temmuz 1981.