“Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Efendi Barutcu’nun 18 Mart 2011 tarihinde saat: 18.00 de Elazığ’da Türk Eğitim Sen salonunda ve 20 Mart 2011 Pazar günü saat: 14.00 da Şanlıurfa’da Şair Nabi Kültür Merkezinde yapacağı “MEHMET AKİF’İN AZİZ HATIRASINA SÖNMEYEN OCAK TÜRK OCAKLARI VE TÜRKİYENİN GELECEĞİ” Konulu konferans metnidir.
12 Mart 2011 İstiklal Marşının Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilişinin 90. Yıl dönümüdür. Merhum Mehmet Akif ve Osmanlı’nın son dönem aydınları inanmışlıkları ve inançları uğruna rahatlarını hatta hayatlarını verebilişleriyle gerçek ülkücülerdir. “Eğer bir nesil bir imparatorluğu kurtarmaya yetseydi o mübarek nesil birden fazlasını omuzlayabilirdi. Ama tarihin kanunu bu değildir. Ve onlar sönen kibritin son aleviydiler. Ve o kadar parlak ve coşkun, tarihin içinden aktılar. Yürekleri büyük insanlardı, hayalleri kadar, fedakârlıkları da gerçekleri aşıyordu. İşte Cumhuriyet, işte Türk-İslam milli mücadeleleri, işte teşkilatı mahsusa ve sayısız, isimsiz kahramanlar… Çanakkale’den Galiçya’ya, Medine’den Kudüs’e, Sakarya’dan Tanrı Dağları’na kadar her yerde oldular; Yemen’de kırıldılar, Sarıkamış’ta dondular, Irak Cephesi’nde tifodan, tifüsten öldüler ve hep dimdik yürüdüler. Onların bize bıraktıkları, cumhuriyet kadar değerli bu tavır, bu üsluptur. Onlar bir hilal uğruna batan güneşlerdi; bizim dedelerimizdi. Mehmet Akif’in şahsında tarihimizin ve kültürümüzün bu yalçın kayalarını rahmet ve minnetle anıyoruz.
Türk Ocağı, Türkiye’nin, Türk milliyetçiliği ülküsünü savunan en köklü (99 yıllık) sivil toplum kuruluşudur.
Türk Ocağı, Osmanlı Devleti’nin dağılmaya yüz tuttuğu, milletimizin çöküş ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir dönemde, kötü gidişe “dur!” demek için 25 Mart 1912’de milliyetçi aydınlar tarafından kurulmuştur.
Ocağın ilk kurucuları ve mensupları arasında Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Fuat Sabit, Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Halide Edip gibi ünlü Türk fikir- ilim ve sanat adamları vardır. Mehmet Akif de Türk Ocaklıdır.
Türk Ocakları, sadece fikir – kültür alanında çalışmakla kalmamış; Çanakkale ve Sakarya cephelerinde şehitler de vermiş yiğitler ocağıdır.
16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinde düşmanın basıp kapattığı ilk yer Türk Ocakları olmuştur. Çünkü vatanın işgaline baş kaldıran en kuvvetli tepki Türk Ocakları’ndan gelmiştir. Ünlü sultan Ahmet ve Üsküdar mitinglerini düzenleyenler Türk Ocaklılardır.
Türk Ocakları, Cumhuriyet’imizin kuruluşuna en büyük katkıda bulunan sivil toplum kuruluşudur. Cumhuriyet’imizin kurucusu Atatürk, “yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda en çok Türk Ocakları’na güvendiğini” çeşitli vesilelerle ifade etmiştir
Türk Ocakları, kurulduğu günden bu yana Türk milliyetçiliği ülküsünü yaymaya çalışan, şemsiyesi en geniş gönüllü milliyetçi bir fikir – kültür kuruluşudur. Türk Ocaklarının dayandığı millet anlayışı, ırkçılığı reddeder. Türk Ocaklarına göre millet, kan veya ırk birliği değil; kültür ve mensubiyet birliği demektir. “Türküm” diyen herkes Türk’tür.
Bütün üyeleri, Ocak çatısı altında siyasî tercihlerini bir tarafa bırakıp “önce Türk Milleti” anlayışı ile çalışırlar. Bundan dolayı Türk Ocakları, Türk Milliyetçiliği ülküsüne ters düşmeyen bütün fikir – kültür hareketlerini destekler. Türk Ocaklarına göre esas olan, Türk milletinin varlığını; Türkiye Cumhuriyeti’nin de millî ve üniter yapısını devam ettirmesidir.
Kurulduğu tarihten bugüne 99 yıldır Türk Ocaklarının varlık sebebi ve gayesi değişmemiştir. Ocak tüzüğü’nde bu gaye şöyle tespit edilmiştir:
“Ocak millî kültür (hars), ahlâk ve mefkûrenin gelişmesi, millî birlik ve toplum yapısının sağlamlaştırılması ve Türklüğün yüceltilmesi gayesiyle kurulmuştur.”
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in dediği gibi “Türk Ocaklı, Türk’ün gören gözü, duyan kulağı, uyanık vicdanıdır.”
190 askeri tıbbiye öğrencisi devrin önde gelen Türk aydınlarına bir çağarı yaparak özetle,
“Milletimiz bir çöküş tehlikesiyle karşı karşıyadır. Buna bizden öncekiler gibi kayıtsız kalamayız. Hayat ebedî bir mücadeledir ve bu mücadelede muvaffakiyetin en büyük şartı, maarif ve mekteplerin galebesidir.
Bizler; tekâmül kanununa riayet fikrinde ısrarlı, ziraat, ticaret ve sanayi ile kazanılmış bir içtimaî hâkimiyeti, kuru bir siyasî hâkimiyete tercih etmekteyiz.
Nesli müstakbel temiz olsun; miskinliği günah, faaliyeti ibadet olsun.
Müteşebbis, kuvvetli ve servet sahibi olsun.
190 askeri tıbbiye öğrencisinin yayınladıkları bildiri bu karmaşık ortamda genç yüreklerinde tutuşan var olma idealini, yaşama azmini Türk milletine duyurmak için yükselttikleri canhıraş bir çığlıktı.
Bu çağrı yerini buldu. Türk milliyetçiliği kısa zamanda fikir ve düşünce hayatımızın belirleyici unsuru hâline geldi. Hükümet politikalarını doğrudan etkiledi millî mücadelenin zafere ulaşmasını sağlayan ve dağılan imparatorluğun külleri arasından Türkiye Cumhuriyeti’ne vücut veren değerler dizisinin adı oldu.
Aradan 100 yıla yakın zaman geçti. Yeni bir yüzyıla daha girilirken, dünya dengeleri altüst oldu. Avrasya’da yeni bir siyasî atlas oluştu. Bu gelişmelerin önemli bölümü ülkemizi doğrudan etkiliyor. Çünkü Türkiye; tarihî, kültürel ve siyasî açılardan yeryüzünde bir benzeri sahip olmayan özelliklere sahiptir. Üç kıtada 20 milyon km2’ye kadar yayılan bir imparatorluğun ve bu potada oluşan muhteşem Türk-İslam medeniyetinin varisi olmak, bize son derece elverişli sosyal, ekonomik ve politik bir hareket alanı sunuyor. Bu hinterlandın önemli bölümü inanç beraberliğiyle daha da pekişiyor.
Öte taraftan 90’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Türk Dünyası’nın önemli bölümü bağımsızlığını kazandı. Milletimizin beş yüz yıllık hayali, tarihî özlemi ete kemiğe büründü, gerçek oldu.
İki farklı siyasal ve sosyal çemberden oluşan bu tablo, ülkemize emsalsiz bir stratejik derinlik kazandırıyor. Türk milletine tarihî bir hamle fırsatı sunuyor. Geçen yirmi yıllık zaman zarfında, bu müthiş imkânların hakkını verememiş bile olsak, bizi yeniden küresel güç konumuna getirecek, uluslararası arenanın başlıca aktörlerinden birin kılacak kapılar, önümüzde açılmaya hazır bekliyor.
Aziz Türk Ocaklılar Değerli Misafirler;
Geleneksel Batı emperyalizmi, Türklerin bu coğrafyadaki varlığını hiçbir zaman hazmedemedi. Bizi bin yıl süresince, bu toprakları esas sahiplerinden gasp eden zorbalar olarak gördü. Bu coğrafyadan tasfiye edilmemizi, asli sahibi saydıkları Hıristiyan unsurların tekrar egemen olmalarını dinî, ahlakî ve nihayet insanî bir yükümlülük olarak saydılar; gereğini yapmaya çalıştırlar.
Bir dönem ASALA Ermeni örgütünü başımıza musallat ettiler, 40’tan fazla diplomatımız Batı’lı başkentlerde hunharca katledildi.
1978 yılında aralarına Ermeni terör eylemlerini yürüten ASALA’nın elebaşları ile Kıbrıs Rum yöneticileri görüştüler, aralarına pkk yı da alarak Türkiye’ye karşı hain bir ittifak oluşturdular. Suriye ve Lübnan’da örgüte eğitim kampları hazırlandı. Buralarda görevlendirilen uzmanlar tarafından eğitilip yetiştirilen PKK’lılar 1984’den itibaren ermeni militanlarını da aralarına alarak eylemlerini başlattılar.
Yüz yıl önce Ermeniler tarafından Elazığ da, Urfa da, Van da Türkiye’nin doğusunda ve güneyinde yapılan katliamlar işlenen cinayetler yeniden tekrarlanmaya başlandı. Arşivlere ve tarihi kaynaklara bakıldığında görülecektir ki pkk’nın saldırdığı, çocuk yaşlı demeden katliam yaptığı köyler 1910 ile 1920 arasında Ermeni Taşnak ve Sütyun tecavüzlerine karşı yiğitçe direnen köylerdir. Yani pkk Ermeni katillerin intikamını almaktadır.
Yüz yıl önce Ermeni zulmüne karşı yiğitçe direnen Elazığlıların, Urfalıların kısacası bütün bir bölge halkının bugün de Ermeni işbirlikçisi pkk ya karşı aynı iman ve cesaretle duruş sergileyeceği inancındayız.
Batı’lılar, PKK’yı genellikle terörist bir grup olarak değil, hakları Türkiye tarafından gasp edilen, asimile edilmeye çalışılan mağdur bir halkın kurtuluş mücadelesini veren bir örgüt olarak gördü. Eylemlerini Türkiye’nin baskısıyla zaman zaman kınasalar bile, kanaatlerini sürekli korudular.
Bu bakış tarzı, örgüte Avrupa ülkelerinde rahat çalışma ortamı hazırladı. Batı istihbarat örgütlerinden ve Fransa gibi ülkelerin devlet başkanlığı kademelerinden doğrudan destek sağladılar. Böylece sayısız dernekler, vakıflar kurdular; Güney Doğu’dan giden insanları örgütleyerek, kontrollerine alarak bir “diaspora” oluşturdular. Gazete ve televizyon yayınlarıyla hedef kitlelere doğrudan ulaşmak, ajite etmek imkânı kazandılar
Etnik fitnenin Türkiye içinde genişleyip derinleşmesinde Rum, Ermeni ve Batı Avrupa kaynaklı faktörlerin yanı sıra, ABD’nin bölgemizde izlediği politikaların da büyük rolü oldu.
İsrail’in amacı Türkiye’nin kardeşliğini dinamitleyerek İsrail’in güvenliğine yardımcı olacak suni bir devlet oluşturmaktır.
ABD’nin son yirmi yıllık politikasının en belirgin özelliği açık ve net olmayışıdır. Washington bir taraftan PKK’yı terör örgütü ilan ediyor, diğer taraftan bu örgütün barınma ve eğitim merkezi olan Kandil Dağı’nın boşaltılmasını sağlayacak etkili bir teşebbüs başlatmaya yanaşmıyor.
1991’de Körfez Harekâtı’ndan sonra 36. paralelin kuzeyini doğrudan himayesine alan, burada fiili bir devletini kurulmasını sağlayan Amerika, buna paralel olarak PKK’nın Kandil ve çevresine yerleşmesine, burasını tahkim edip “ana üs” hâline getirmesine izin verdi. Beş bine yakın PKK militanı, lider kadrosuyla birlikte yirmi yıldır bu dağlık bölgede güven içinde barınıyor.
ABD bir taraftan PKK’yı terör örgütü ilan edip Türkiye ile istihbarat paylaşımına yönelirken, diğer taraftan kandil ve çevresini teröristlerden arınmasını sağlayacak adımlar atmıyor.
Yıllardan beri diplomatik makyajlarla esas niyetler örtülmek isteniyor. ABD’nin ve stratejik ortağı İsrail’in amacı, kuzey ırak’taki yönetimin egemenlik alanını genişleterek, Türkiye, İran ve Suriye’den de topraklar katarak yapay bir devlet kurmaktır.
Washington ve Tel-Aviv’in bölgeye yönelik politikaları önemli ölçüde örtüşüyor. Kuruluşunu kendilerine borçlu sayacak sadık ve güvenilir bir “dost devlet” edinmek istiyorlar. Ortadoğu gibi, dünyanın en kaygan ve karmaşık coğrafyasında, hem İsrail’in güvenliği açısından, hem de çok zengin enerji kaynakları ve su havzaları yönünden bu oluşumu stratejik bir hedef sayıyorlar.
Türkiye sadece Cumhuriyet döneminin değil, son iki yüzyıllık tarihinin en büyük gailelerinden biriyle, çok ciddi bir etnik fitneyle karşı karşıyadır. Problemin boyutu dış bağlantıların yanı sıra, son derece karmaşık ve kapsamlı iç faktörlerin varlığı sebebiyle son dönemlerde giderek genişledi.
Dün “millî demokratik devrim” jargonuyla çökertilmek istenen devlet, günümüzde demokratikleşme, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel değerler adına yahut kültürel haklar ve çok kültürlülük gibi küreselci sloganlarla sürekli hırpalanıyor; olabildiğince esnetilerek, içi boşaltılarak etkisiz hâle getirilmeye çalışılıyor.
Türkiye, bugün uluslar arası niteliği de olan Kıbrıs meselesi, Ermeni iddiaları ve bölücü fitne tehdidinin yanı sıra, belki bunlardan daha da önemli bir başka meseleyle, kendi kültürüyle zıtlaşan, vatan ve millet sevgisini, inançlı olmayı küçümseyen, alaya alan, kozmopolit “Aydın Problemi” ile karşı karşıyadır. Kendi değerlerinden kopuk bu kesimler toplum içinde zihniyet karmaşasına sebep olmuşlardır. Zihinlerde oluşan boşluk, o dönemlerde batıda baş tacı edilen “Biyolojik Materyalizm” ve “Pozitivist” fikirlerle doldurulmuştur. Bu devşirme aydınların esas yıkımı eğitim sistemimizde yaşanmıştır.
Çoğunluğunu eski solcu – yeni liberal demokratların ve bir kısım siyasal İslamcıların oluşturduğu gruplar, başta medya olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarında, üniversitelerde, bürokraside ve nihayet siyasî alanda yoğun bir işbirliği ve dayanışma içinde hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar.
Mesela bu sözde aydınlar, son iki yüz yılda Balkanlar’da, Kafkaslarda, Girit’te, Kıbrıs’ta, Türkistan’da, Kırım’da, Kerkük’te Türk milletine yapılan katliam ve sürgünleri, Anadolu da ki Ermeni katliamları hiç hatırlamazlar.
Dillerinde “Ermeni Tehciri”, milli mücadeleden sonra mübadelede Yunanistan’a gönderilenler ve 6-7 Eylül olayları vardır.
12 Eylül öncesi bütün olayları çarpıtırlar, Maraş olayları’nı Ermeni Garbis Altınoğlu’nun, PKK militanlarının, devrimci örgütlerin bütün fraksiyonlarının ve Amerikan ajanlarının müştereken tertiplediğini unuturlar; banka soyduğu, asker öldürdüğü için cezalandırılan devrimcileri kahraman ilan ederler,
Asla tasvip etmediğimiz Abdi İpekçi ve Bahçelievler olayları failleri yakalanıp cezalarını çektikleri halde bunların mezara kadar takipçisi olurlar…
Ama gazeteci İsmail Gerçeksöz’ün İlhan Darendelioğlu’un, Kemal Fedai Çoşkuner’in, Yusuf İmamoğlu’nun, Malatya’nın yiğit evladı büyük vatansever Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun, Bingöl’de pkk lılarca pusuya düşürülerek annesi ve yeğeniyle birlikte şehit edilen belediye başkanı Hikmet Tekin’in, genç yaşta idam edilen Cengiz Baktimur’un, Cevdet Karataş’ın büyük dava adamı, siyaset ve devlet adamı Gün Sazak’ın katillerinin nerede ne yaptıklarını sormak ihtiyacı duymazlar.
Beş bin ülkücünün şahadetinden bir kelime olsun bahsetmezler… Zihinlerde yeni bir yakın tarih inşa etme çabasındadırlar.
Yine asla tasvip etmediğimiz bir olayla Ermeni bir vatandaşımızın öldürülmesiyle ilgili olarak sokaklara dökülüp “hepimiz Ermeniyiz” diye bağırırlar ama vatan sınırımızı beklerken kahpece şehit edilen Mehmetçiklerimiz için üzüntü duyup bir kere olsun“hepimiz mehmediz” demezler.
Bu sözde aydınlar, PKK’nın bütün katliamlarını mazur göstermek için her türlü çabayı gösterirler. Devlete silahlı kalkışmada bulunan militanların tasfiyesini “devlet terörü” diye nitelendirirler, hayvan kemikleri veya terörist cesetleri çıkan çukurları, faili meçhul diye takdim ederler.
Bölgede hizmet ederken bayrak direklerine asılarak, kurşuna dizilerek, yakılarak şehit edilen öğretmenlerimiz, doktorlarımız, eşlerinin gözü önünde kurşunlanan subaylarımız hiç gündemlerinde yoktur. PKK terör örgütü tarafından köyleri basılıp katliama maruz bırakılan, bebekleri kurşunlanan, dedeleri, nineleri kurşuna dizilen, yurtlarını, yuvalarını bırakıp başka diyarlara göç etmek zorunda olan Kürt kardeşlerimizin acıları umurlarında bile değildir.
Bu kesimlerin bir başka ortak özelliği, millî olan her şeye karşı olmaları… Milleti, millî değerleri, millî kimliği, evrenselci, ilerlemeci bir bakış altında reddetmeleri; bütün dünyayı ve bütün insanları “vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” anlayışıyla bir bütün görmeleridir.
Sonuçta Türk millî varlığına üniter millî devlet yapısına karşı olan, aralarında PKK’nın da yer aldığı bir “ortak cephe” oluşturuluyor. Bu ittifak güçlü medya imkânlarına yani kamuoyu etkileyecek kanallara sahip olması sebebiyle, siyasete nüfuz edebiliyor, siyasî iktidarı etkileyebiliyor.
Bunun tipik bir örneği bir yıldan beri sürüp gelen “alacakaranlıkta açılım denemelerinde” yaşandı. Ortak cephenin teşvik ve yönlendirmesiyle Polis Akademisi’nde görüş ve düşünceleri herkes tarafından bilinen isimlerle bir girişim başlatıldı. Bölücü örgütün yapısı, amacı, Öcalan tutkusu hesap edilmeden iç ve dış temaslar başlatıldı. Kandil’in boşaltılacağı örgütün silah bırakarak Türkiye’ye gelip dağılacağı düşünüldü.
Bu hayallerin ne kadar yanlış ve geçersiz olduğu Habur’da yaşanan rezaletle ortaya çıktı. Devletin, devlet kurumlarının, yöneticilerin, yargı mensuplarının terör örgütü karşısında düşürüldüğü utanç verici durumun sorumluları bellidir.
Binlerce şehidimizin kemiklerini sızlatan, onların acılı ailelerinin yüreğini yakan milletimizin kanına dokunan utanç verici sahneleri unutmadık unutmayacağız. Habur’da tarihî bir facia yaşanmış, Türk Devleti’ne meydan okunmuştur. Bu yüzkarası olayın tevili ve telafisi mümkün değildir.
Asıl yıkılmak istenen şey, oluşumuna yıllardır herkesin emek verdiği kardeşliktir, milli yapılardır. Türk milleti dediğimiz varlık kendini ‘kalben’ Türk hisseden insanların ördüğü bir yapıdır. Ve yıkılmak istenen de tam budur. Bütün dayanağını ve gerekçesini İslam’dan alan, o sihirli yapı yıkılırsa kaybeden sadece Türkler değil bütün İslami unsurlar olacaktır. Türkiye’ deki etnik bölücülük fitnesinin hedefi milletimizin İslami duruşudur ve bu işin çözümü de yine o duruşun ‘sahih’ hale getirilmesiyle mümkün olacaktır.
Buradan, semalarında Balak Gazi’nin aziz ruhunun dolaştığı Elazığ dan, gakkoşlar diyarından, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun , Ahmet Kabaklı’nın, Fikret Memişoğlu’nun, İshak Sunguroğlu’nun yurdundan okyanusun ötesine berisine bütün cihana sesleniyoruz. Hiç kimseye verilecek bir çakıl taşımız dahi yoktur.
Buradan, peygamberler diyarı Urfa’dan ölümsüz mısralarıyla peygamber sevgisini sonsuzluklara kanatlandıran şair Nebi’nin memleketin den, birinci Cihan Harbi yıllarında azgın ermeni sürülerinin saldırılarını püskürten Milli Mücadele yıllarında işgalci Fransız ve İngilizleri şanlı bir mücadeleyle söküp attığı için “ şanlı”
unvanına laik görünen Urfa’dan okyanusun ötesine berisine bütün cihana sesleniyoruz
Bizim için Elazığ neyse, Akkoyunlular’ın, Artukoğulları’nın başkenti Diyarbakır da aynı değerdedir, vazgeçilmezdir. Samsun neyse, Mardin de aynı değerdedir, vazgeçilmezdir. Edirne neyse, bin yıllık Selçuklu abideleriyle ayakta duran Ahlât da Van da aynı değerdedir ve vazgeçilmezdir. Bursa nasıl bir maneviyat şehrimizse Şanlıurfa da öyledir.
Biz Anadolu’da yaşayan bütün kardeşlerimizi, bin yıllık kardeşliğimizi birlikte yaşamaya ve yaşatmaya davet ediyoruz. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin ve Cumhuriyetin kuruluşunun, şerefine ortak olduğumuz gibi, tarihin kaydettiği büyük zaferlerin şerefine ortak olduğumuz gibi…
Çanakkale’de, Sarıkamış’ta Sina Çölleri’nde, Galiçya’da, Sakarya ve Dumlupınar’da koyun koyuna yatan şehitlerimizin ruhunu şad etmek için aynı kültürün, aynı imanın bir araya getirdiği kardeşler olarak, sevgiyle, huzurla örülmüş, aşk ve imanla yoğrulmuş bir medeniyeti, bir büyük geleceği, bir büyük Türkiye’yi birlikte inşa etmeye davet ediyoruz.
Hazreti Mevlana’nın “aynı dili konuşanlar değil, aynı şeyleri hissedenler anlaşabilirler” sözünde belirttiği gibi Süleymaniye’nin ihtişamı, Selimiye’nin zarafeti, Hakkârili ile Manisalı’yı aynı derecede heyecanlandırmakta, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Itri’nin Tekbir’ii aynı derecede gönüllerimizde inşirah uyandırmaktadır.
Kars’ta Ebu’l Hasan el Beraki’nin kabri başında nasıl manevi huzur buluyorsak, Tillo’da da, Hacı Bayram’da da, Mevlana’nın , koca Yunus’un Akşemseddin’in huzurunda da, Bursa’da Molla Ferani’nin, İstanbul’da Eyüp Sultan’ın ikliminde de aynı manevi huzuru buluyoruz.
Bin yıldır bu topraklarda yetişen manevi dinamikler, hepimizin gönüllerini aydınlatmaktadır.
Bölgenin maneviyat önderlerinden birisi geçtiğimiz yüzyılda “Türk-Kürt kardeştir. Türk Milleti İslamiyet’e bayraktarlık etmişti, milyonlarca şehit vermiştir. İslam müdafilerinin torunlarına, Türk Milletine kılıç çekilmez ve ben de çekmem!” demiştir.
Van’ın yiğit evladı büyük fikir ve dava adamı Seyyid Ahmet Arvasi “Evet, Türk Milliyetçileri İslam’ın iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir. Bu bir iddia değil, milletimizin vicdanında yatan bir gerçeğin teşhis ve tespitidir. Türk’ü tanıyanlar bunu da bilirler. Bu noktada belirteyim ki Türk Milletinin dolayısıyla Türk Milliyetçiliğinin davası Allah ve Resulün davasıdır ve bunun adı İslamiyet’tir…”
“…Türk’e düşmanlık İslamiyet’e düşmanlıkla eş değerdir. Anadolu Türkü güçsüz olursa bütün İslam ve Türk Dünyası esaret altında olur. bu iki dünyanın kurtuluşunu Türkiye’nin maddi ve manevi güçlenmesiyle mümkün olacağına inanıyorum…” demektedir.
Türkiye’nin doğusundan batısına her köy, kasaba ve şehirde insan hayatı için dönüm noktaları olan doğumda, sünnette, evlilik merasimlerinde ve ebedi âleme göçerken cenaze merasimlerinde hiçbir değişiklik yoktur. Çünkü hepimiz aynı imanla yoğrulmuş dünya—ahret kardeşleriyiz.
Her gün beş vakit aynı Kâbe’ye yönelmekte, aynı Allah’a dua etmekteyiz. Halayımız, barımız, zeybeğimiz, sazımız aynı şekilde coşku uyandırmakta, türkülerimiz, yemen, Sarıkamış ağıtlarımız aynı şekilde yüreğimizi dağlamaktadır.
Bugün Elazığlı da Manisalıda Trabzonlu da Türkiye’nin her tarafına rahatlıkla seyahat edebilmektedir. Seyahat hürriyetinde herhangi bir sınırlama yoktur. Türkiye’nin her tarafında ticaret yapabilmekte, müteahhitlik hizmetleri yapabilmektedir. Ticari faaliyetlerde bir sınırlama yoktur. İlkokul’dan Üniversite’ye her kademede tahsil yapabilmektedir. Eğitim ve Öğretimde bir sınırlama yoktur. Türkiye’nin her bölgesinde, her siyasi partide, ilçe başkanı, il başkanı, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı seçilebilmektedir. Siyasi haklarda bir sınırlama yoktur.
O halde ayrımcılık nerededir? Kışkırtmalara kapılmak niyedir?
Unutmayınız ki Irak’ın kuzeyinde ki hayalperestler yarın işgal güçleri çekildiğinde yakın geçmişte olduğu gibi yine Türk milletinin yüksek merhametine sığınacaklardır.
Geçtiğimiz yüzyılda batılı emperyalistlerin önce kışkırtıp sonra yüz üstü bıraktığı Ermeniler’in hazin sonu herkese bir ders olmalıdır.
Büyük milletimize sesleniyoruz. Vatanınıza, bayrağınıza, dininize, dilinize, devletinize, şehitlerinize sahip çıkınız.
Bize düşen ise kararlılığımızın asla sarsılmamasıdır. Karamsarlığa ve yeis’e asla yer yoktur. Milli mücadelede yedi düvele karşı savaşıp muzaffer olan Türk milleti, yakın tarihlerde beynelmilel komünizmin işgal planlarını bu bölgenin yiğit delikanlılarıyla omuz omuza mücadele ederek bozan ülkücüler bu badirenin de üstesinden gelecektir.
Değerli misafirler, aziz Türk Ocaklılar;
Biz Türk Ocaklılar olarak, yetmiş dört milyon Türk insanını en ileri seviyedeki demokratik haklara ve hukuk devletinin imkânlarına kavuşturacak kanuni düzenlemelere sonuna kadar destek oluruz. Ama devlet eliyle ayrışmalara, bölünmelere yol açacak kanun ve anayasa değişikliklerini kabul edemeyiz.
Siyaset ve devlet adamları, bazı kavramları kullanırken ayrışmalara yol açacak söz ve ifadelerden kaçınmalıdırlar. Ortak değerlerimizi, ortak paydalarımızı öne çıkaracak bir dil ve üslup kullanmalıdırlar. Bu topraklarda 36 etnik grup değil “Türk milleti” yaşamaktadır.
Türk devletinin sınırları içinde yaşayan bütün insanlar, bu milletin şerefli birer mensubudur. Türk milliyetçiliği de bir ırkçılık değildir. Milliyetçilik, Türk milletini derin bir aşkla sevme ve yükseltme ülküsüdür.
Bölgesinde hızlı yükselen ve güçlenen Türkiye’yi yönetenlerin, milliyetçi olmaktan başka şansları yoktur.
Muhterem Misafirler, Aziz Türk Ocaklılar;
Etnik fitne, her vesileyle belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin en büyük problemidir. Meselenin bu çizgiye gelmesinin esas nedeni yıllardan beri konunun önemiyle orantılı şekilde ele alınarak, doğru, sağlıklı, gerçekçi ve kapsamlı bir “Devlet Politikası”nın oluşturulmamasıdır. İktidarların değişmesine paralel olarak değiştirilen, tutarsız ve çelişkili uygulamalar sonucu etnik fitne büyüyüp gelişeceği elverişli bir alan bulmuştur.
PKK ile mücadele konusunda silahlı kuvvetlerimizi ve güvenlik güçlerimizi farklı değerlendirmek hakşinaslık gereğidir. Çünkü onlar canlarını ortaya koyarak, her türlü zorluğa katlanarak Türkiye’yi, üniter millî devleti, millî varlığımızı savunan gerçek kahramanlardır.
Onlar teröristleri bölge genelinde sürekli kovaladılar, bastırdılar; silahlı isyana kalkışmalarını büyük hata olduğunu itiraf ettirip sindirdiler. Bunun bedelini on binlerce gazimizin yanında, yedi bine yakın şehidimiz ve binlerce yaralımızın kanıyla, canıyla ödediler.
Görevlerini ecdadımıza layık bir yiğitlikle yaptılar. Hepsini hürmetle, şükranla, minnetle, anıyorum. Bütün şehitlerimizin ruhu şad olsun, mekânları cennet olsun.
Cumhuriyet tarihinin bu en büyük gailesinin bir millî mücadele anlayışı ile ele alınması icap etmektedir.
Türk Ocakları’nın bu hayati konu üzerindeki görüş ve düşünceleri son derece açık ve nettir.
Türk ocakları merkez idare heyeti 29 Mayıs 1990 tarihlerin de Ankara Kızılcahamam’da bir ilmi toplantı yaparak güney – doğu Anadolu’nun tarihi kültürel, ekonomik jeopolitik ve sosyal durumu” konulu bir rapor hazırlayıp o tarihteki rahmetli prof. Dr. Orhan Düzgüneş tarafından o dönemin başbakanına, cumhurbaşkanına ve milli güvenlik kurulu sekreterine takdim edilmişti.
Eğer o rapor dikkatle incelenip gereği yapılmış olsaydı bu yangın daha o yıllarda büyük ölçüde söndürülmüş olurdu.
En son iki yıl önce Türk ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür’ün İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a Türk Ocakları Genel Merkezine yaptığı 22 Ağustos 2009 tarihindeki ziyarette sunduğu raporun “kırmızı çizgilerimiz” başlıklı bölümünde aynen şöyle denilmektedir;
Çözüm planı hazırlanırken öncelikle “kırmızı çizgilerimizin” çok net şekilde belirtilmesi ve temel parametre olarak kullanılması gerekir. Buna göre; anayasamızın belirtilen ve devletin kuruluş ilkelerini ihtiva eden üniter-ulus devlet ilkesiyle bağdaşmayan hiçbir adım atılamaz.
Mahalli yönetimlere inisiyatif verilmesi adıyla, siyasi âdemi merkeziyetçilik anlamına gelen, en kısa sürede otonomiye, bölgesel özerkliğe dönüşeceği kuşkusuz olan, eski Çekoslovakya yahut Yugoslavya örneklerini çağrıştıran açılımlar yapılamaz. Türkiye Tanzimat’tan buyana bürokratik hantallığı gidermek, çağ dışı merkeziyetçiliği telafi ederek mahalli yönetimleri daha dinamik yapıya kavuşturmak amacıyla çeşitli girişimler yapmış projeler hazırlamıştır. Bu tarz bir reform anlayışıyla otonom yönetim isteği birbirinden çok farklı şeylerdir.
Her çağdaş ülkede olduğu gibi dilimiz, toplumsal bütünlüğümüzün ve sağlıklı bir devlet hayatının omurgasıdır. Kültürel anlamı aşikâr olan bu hususun hiçbir gerekçeyle sulandırılmaması gerekir. Çünkü demokratik açılımın, ortak değerleri güçlendirmek yerine farklı kimlik değerlerini güçlendirecek şekilde yönlendirilmesi, yanlıştır. Kültürel bağları güçlendirmeden yapılacak özgürleşme girişimleri ayrışmaya yol açar.
Neler yapılabilir?
Ortada çok zor bir problemin bulunduğu ve çözümün kolay olmadığı açıktır. Bu açıdan kamuoyunun çok yüksek beklentileri ve belirli tariflerle bağlantılı vaatlere sevk etmemek gerekir. Meselenin çözüm yeri TBMM olmalıdır. Ancak ilgili kurumlarla çok yakın ve sıcak ilişki kurularak, görüş ve düşünceleri alınarak bir “devlet planı” hazırlanmalıdır.
Bu mesele, sosyo-ekonomik, politik, kültürel, tarihi, dini ve uluslararası boyutu ile bir devlet politikası olarak uzun vadeli planlarla ele alınmalıdır. Çözüm ancak böyle mümkün olabilir. İktidarıyla, muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla toplumun bütün kesimleri ortak bir politikayla meselenin üzerine eğilmelidir.
Türkiye’nin kaderi söz konusu olduğunda siyasi hesaplar bir kenara bırakılmalı, müşterek hazırlanacak milli politika ekseninde buluşulmalıdır.
Ne insan hakları, ne demokrasi, Türk Devleti’nin bekasından, Türk Milleti’nin birliğinden, Türk vatanının bütünlüğünden daha önemli olamaz. İkinciler varsa, birinciler bir anlam ifade eder ve birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar.
Bu meselede en büyük sıkıntı, PKK’nın bölgedeki varlığıdır. 5–6 bin silahlı militanın bölge halkı üzerindeki tehdidi ortadan kaldırılmadan, insanların iradelerini özgürce sergileyebilecekleri bir ortam oluşturulmadan atılacak her adım havada kalmaya mahkûmdur.
PKK‘yı silah bırakmaya yönlendirmek için ABD ve Kuzey Irak yönetimiyle gerekli ilişkiler kurulmalı, Kandil dağındaki varlığı tecrit edilerek, lojistik destekleri kesilerek silah bırakmaya ikna edilmelidir. Çeşitli alanlarda kısa vadede atılabilecek adımlar vardır. Ve bunlar doğru tespit edilmelidir.
Araştırma Enstitüsü açılabilir. Ancak bu tip bir enstitünün açılacağı bir yer, henüz tabela görünümünde bulunan bölgedeki çiçeği burnunda üniversiteler değil, İstanbul yahut Ankara üniversitesi gibi alt yapısıyla, öğretim elemanlarıyla ve birikimiyle bu işe uygun olan üniversitelerdir.
Ayrıca bölgenin gençlerini Türkçe öğrenmekten mahrum bırakmak onları cehalete, işsizliğe mahkûm etmektir onların istikbaliyle oynamaktır.
Anadil, bazılarının iddia ettiği gibi annesinden öğrendiği dil değil, anayol gibi, Anadolu gibi, ana fikir gibi bir tariftir. Anadil, kültür ve medeniyetimizi kuran ve geleceğe de taşıyacak olan dildir, Türkçe’dir.
Problemi çözmeye çalışırken iki hususa özen gösterilmesi gerekir: Birincisi güvenlik güçlerinin ülke genelinde olduğu gibi bölgede ki varlığı ve etkinliği son derce önemlidir. PKK her ne kadar göstermemeye çalışsa bile, güvenlik güçlerimiz karşısında başarısız kalmıştır. Doğrudan çatışmaya girmemeye, uzaktan kumandalı mayınlarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Güvenlik güçleri inisiyatifi elinde bulundurmaya devam edecek şekilde yönlendirilmelidir. İstihbarat çalışmaları çok daha güçlendirilerek, PKK adım adım izlenmeli ve gerekli tedbirler zamanında alınmalıdır. Geçen yıllarda saldırıya uğrayan karakollarda ortaya çıkan yerleşim zaafları ortadan kaldırılmış olmalıdır. Güvenlik güçlerinin moralini üst düzeyde tutmak için gerekenler yapılmalıdır.
Bu arada 28 Şubat sürecinde daha önce dağlarda bölücü eşkıyaya karşı kahramanca mücadele edip onları inlerinden tesirsiz hâle getiren adeta korkulu rüyaları hâline gelen özel harekât timlerinin önce silahlarının toplatılıp sonra mahalle karakollarına hırsız kovalamaya gönderilmelerinin, dağıtılmalarının sebeplerini hâlâ anlayabilmiş değiliz.
Bölgedeki sağlık ve eğitim alanları başta olmak üzere doğrudan insana hizmet veren birimleri ıslah edilmelidir. Bölgede görevlendirilecek valiler, kaymakamlar, bütün kamu görevlileri nitelikli, becerikli ve vazife şuuruna sahip kimselerden seçilmelidir. Sosyal ve kültürel faaliyetler arttırılmalı, karşılıklı değişim programlarıyla orta ve yüksek öğrenim öğrencileri değişik bölgelerde misafir edilmelidir. GAP’ın tamamlanmasına ilişkin girişimler hızlı bir şekilde devam etmeli, bölgeye yatırım yapmaya niyetli özel girişimciler desteklenmelidir.
Kısa, orta ve uzun vadede insicamlı bir şekilde yayılacak bu büyük plan başarılı olmasının temel şartının PKK’nın silahlı tehdidinin ortadan kalkması olduğu gerçeği göz önünde tutarak, bunu sağlayacak girişimcilere öncelik verilmelidir.
Bu meselenin çözümünün Türkiye’nin geleceğini belirleyecek en güçlü amil olduğu şuuru içerisinde milliyetçi bir sivil toplum kuruluşu olarak her zaman olduğu gibi üzerimize düşeni yapmaya, katkı sağlamaya çalışacağız.
Başta Türk Ocakları olmak üzere, ülkemiz ve milletimiz adına sorumluluk taşıyan herkes bu milli problem üzerinde tıpkı bizim yaptığımız gibi ciddiyetle durmalı, görüş ve düşünce üretmeli, bunları kamuoyuna ve bütün ilgili çevrelere iletmeye çalışmalı, yetkili ve sorumlu herkese duyurarak etkili olmalıdır. Hiç kimse veya hiçbir kuruluş başını kuma sokarak, içine kapanarak, gelişmeleri sadece kuru bir tepkiyle izleyerek görevini yapmış olmaz. Bu tavır “özgüven eksikliğidir” yanlıştır, yararsızdır.
Değerli Misafirler Aziz Türk Ocaklılar;
Türkiye’nin bütünlüğü ve bekası açısından hayati önem taşıyan bu meselenin çözümünü dış kaynaklı sunî reçetelerle değil, kendi kültür ve medeniyetimizde, tarihî tecrübemizde aramalıyız.
Kendi kültürüyle zıtlaşan, medeniyetini eğreti bir elbise gibi üzerinden sıyırıp atarak modern ve çağdaş dünyaya dâhil olacağını tahayyül eden kozmopolit aydınlar, ülkemize ve insanımıza büyük kötülük ettiler. Özellikle genç nesillerin beyinlerini ve ruhlarını değiştirmeye çalıştılar. Vatan ve millet sevgisini, inançlı olmayı küçümsediler, alaya aldılar.
Bu kozmopolit aydınların, kendi kültür ikliminden beslenmeyen, özgün kaynaklarından yararlanmayan hiçbir oluşumun başarı şansının bulunmadığını, tümünün özentiden ibaret kalacağını bunca acılara ve tecrübelere rağmen hâlâ idrak edemeyişleri hazin bir durumdur.
Türkiye geçen yüzyıl boyunca milletine, millî değerlerine giderek yabancılaşan, bunlarla zıtlaşan, ruh ve fikir dünyalarının çoraklığını bir matahmış gibi toplumun geneline yansıtmaya çalışan bu aydınlardan çok çekti. Bu devşirme aydınların esas yıkımı eğitim sistemimizde yaşandı.
Anaokullarından üniversitelere kadar, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinde yaşamakta olduğumuz karmaşanın, tıkanıklığın, verimsizliğin müsebbibi bunlardır.
Dünyadaki bütün nükleer patlayıcıların yapamayacağı hasarı genç insanlarımızın zihniyet ve psikolojilerinde yapmayı başardılar. Türkiye’nin en büyük imkânı olan genç ve dinamik insan unsuruna dayanarak tarihî bir sıçrama yapmasının önünü kestiler.
Muhterem arkadaşlar
Bu konuda esas sorgulanması gereken Türk milliyetçilerinin ve vatansever insanların ne yaptıklarıdır.
12 Eylül Darbesi’nin milliyetçi siyasetin yanı sıra, fikir ve düşünce hayatımızda yaptığı tahribat hala aşılabilmiş değildir. Ülkenin selameti açısından bu durumun izale edilmesi gerekir. Fikir ve düşünce hayatımızda Türk milliyetçilerinin tesirli bir şekilde yer almaları, yazılarıyla, kitaplarıyla her türlü kültür sanat faaliyetleriyle, konuşmalarıyla kamuoyunu etkilemeleri, topluma öncülük görevlerini yerine getirmeleri milli ve tarihi bir mesuliyettir. “Dönüşüm Projeleri”nin tesirsiz ve geçersiz hale gelmesi, bunun başarılmasına bağlıdır.
Muhterem arkadaşlar;
Türkiye’nin resmi dili Türkçe’dir. Türkçe bizim ses bayrağımızdır, bu bayrağın lekelenmesine, gölgelenmesine asla izin verilmeyecektir. Herkesin mahalli dilini konuşma hakkı vardır. Ama Türkçe’nin dışında başka resmi dil arayışlarını da bir aydın fantezisi ve Türkiye’yi bölmeye çalışan dış güçlerin bir oyunu olarak görüyoruz.
Etnik problemler, etnik tavizler verilerek çözülemez.
Kandil’deki terörist unsurlar tasfiye edilip bölge halkının hür iradesi ortaya çıkmadıkça da meselenin çözülemeyeceği aşikardır.
Türk Ocaklılar olarak, her türlü darbeci anlayışa şiddetle karşıyız. Milletimizin bütün meselelerinin TBMM zemininde ve millet iradesine uygun olarak çözülmesinden yanayız.
Türk ordusunun bünyesine 27 Mayıs 1960’tan bu yana nüfuz etmiş musallat olmuş tepeden inmeci, seçkinci, batıcı, darbeci anlayış sahiplerinin sayısı bir avuç insanı geçmese de mutlaka tasfiye edilmesi gerekir.
Ama darbecilerle mücadele ediliyor bahanesiyle yakın geçmişte bölücü fitneyle mücadele etmiş bazı kahraman subayların, bir kısım satılık itirafçıların yalan beyanlarına itibar edilerek suçlanmasına razı olamayız.
Tarihi ve kurumsal olarak Türk ordusunun yıpratılmasına da asla razı olamayız.
Aksi durum Türk silahlı kuvvetlerinin terörle mücadelede zaafa düşmesine yol açacaktır. Hiç kimsenin erişilmez karlı dağlarda uçsuz bucaksız ovalarda vatan bütünlüğünü savunan yiğit askerlerimizi töhmet altında bırakmasına razı olamayız.
Zira bu ordu Mete Han’ın, Alpaslan’ın, Fatih’in, Gazi Mustafa Kemal’in ordusudur. Bu ordu Malazgirt’tir, Niğbolu’dur, Çanakkale’dir.
Bu ordu, “ardına çil çil kubbeler saçan ordu”dur.
Türk’ün ateşle imtihanı günlerinde Yahya Kemal diyor ya,
Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi!
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın!
Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın….
Aziz Türk ocaklılar, değerli misafirler
Tarih boyunca kazanılmış bütün zaferlerin gerisinde birlik beraberlik duygusu yüksek bir iman, bir sosyal gerilim, bir nizam fikri yüksek bir adalet anlayışı ve uygulaması vardır,
Bugün mücadele sadece sınır boylarında ordularla değil iktisadi, siyasi, kültürel, teknolojik her sahada yapılmaktadır.
Bütün bu alanlarda yeni hamleler yapmalıyız. Bunun için çok çalışmalı ilim adamlarımız, sanatçılarımız, şair ve yazarlarımız yeni değerler üretmeli ve insanlığın hizmetine sunmalıdır.
Değerli misafirle aziz Türk Ocaklılar;
Bugün toplumun gerçekleri öğrenmesi engelleniyor. Millî kimliğimizi oluşturan temel değerler, sistematik şekilde yıpratılmaya çalışılıyor. Milletimiz tarihimizden övünç değil, utanç duyacak bir suçluluk psikolojisine taşınmaya çalışılıyor.
Eyleme dönüşmeyen bir düşüncenin, amelden yoksun bir inancın pratik bir hükmü yoktur. Çünkü medeniyetler, Nevzat Kösoğlu’nun anlatımıyla, amellerle kurulur.
Türk milliyetçiliği düşüncesinin doğrudan milletimize vücut veren değerlerle bağlantılı olduğunu, bunları sahiplenmek, yaşamak ve yaşatmak çabasından kaynaklandığını biliyoruz.
Başka bir ifadeyle milletimize ait değerleri, onların oluşturduğu kimliği etkili ve geçerli kıldığımız, hayata yansımalarını sağladığımız ölçüde milliyetçilik yapmış oluruz.
Bilgi, günümüzde insanlık tarihinde hiçbir zaman olmadığı ölçüde belirleyici bir faktör hâline gelmiş bulunuyor. Bilen ile bilmeyenin aynı kategoride olamayacağını ifade eden bir inancın sahipleriyiz.
Bu gerçeğin ışığı altında bilgiye, fikri zenginliğe, tefekkür derinliğine öncelik vererek; slogancı, yüzeysel ve demagojik söylemleri dışlayarak faaliyetlerimizi sürdürdüğümüz ölçüde verimli oluruz, etki sağlarız.
Türk Ocakları’nın kuruluş ilkeleri, çalışma yöntemi ve amaçları son derece doğrudur. Her alanda konularını iyi bilen, tarihine ve kültürüne vakıf nitelikli insanlara, millî şuur sahibi aydınlara ihtiyacımız var.
Bu konudaki eksiklerimiz, toplumumuzun yüzyıllardır sürüp gelen zaafıdır; problemlerimizin temelidir. Birinci sınıf insanların, aydınların sayısı ne kadar çoğaltılırsa, hizmet alanına ne kadar erken sunulursa, milletimizin geleceği o ölçüde teminat altına alınır.
Siyasetin dışında kalarak, kültürel çalışmalara ağırlık veren, temel millî konularda kamuoyunu aydınlatmaya çalışan, kabiliyetli ve şuurlu gençlerin yetişmesini en önemli meşgale sayan geleneksel anlayışımızın doğruluğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.
Bu ocağı kuranlar iki hususa büyük önem vermiştir, bunları temel ilke olarak benimsemişlerdir.
Bunlardan birincisi; milli kültürün, tarih şuurunun gelişmesini, kökleşmesini, nesiller arasında güçlü şekilde intikalini, Türk Dünyası gerçeğinin bilinmesini sağlayacak kapsamlı kültürel çalışmalar yapmaktır; bu yöndeki faaliyetleri derin bir hassasiyetle düzenlemektir.
İkincisi ise, o zamanki nizamnamesinde “Türk Ocakları zinhar siyasetle iştigal etmez!” diye ifade ettikleri tutumdur.
Siyaset kuşkusuz olmazsa olmaz bir toplumsal hizmet alanıdır. En kısa anlatımla “iyi ve doğru” diye tanımlanabilecek siyasetçilerin varlığı ve bunların siyasî alandaki etkileri ülkenin en büyük teminatıdır. Bu açıdan Türk Ocağı mensuplarının siyasetle ilgilenmeleri, bizzat içinde yer almaları memnuniyet vericidir. Ancak kurum olarak Türk Ocakları’nın siyasetin dışında tutulması, bu kurumun kimliği ve görevi açısından şarttır. Çünkü siyasal bir kimlik kazanmak, etki alanımızı son derece kısıtlar. Türk Ocağı’nın belirli bir çevreyle sınırlı kalmasına yol açar.
Siyasetin tarafı konumunda olmak bizi ister istemez politik çekişmelerin de tarafı haline getirir. Bunun sonucu, temsil ettiğimiz fikir ve düşünce farklı siyasi kesimlerden peşinen tepki görmeye başlar; toplumun önemli bölümünün benimsemediği, hatta eleştirdiği belirli bir siyasi çevreyle sınırlı bir görüş ve düşünceye dönüşür.
Oysa Türk Ocakları’nın alanı bütün toplumla ilişkili olacak şekilde geniş tutulmalıdır. “tek vatan tek millet tek bayrak” ilkesine bağlı vatansever herkesi kucaklayıcı, birleştirici olmalıdır. Çünkü bunlar milliyetçiliğin amacıdır, anlamıdır; çünkü milliyetçilik milletimize duyulan aşktır, sevdadır. Hiçbir şahsî, maddî, siyasî beklenti duyulmadan gösterilen fedakârlıktır. Günümüzde bu görünümün ne derece yararlı olduğu her vesilede görülebiliyor.
Türk Ocağı’nı bu tarihî çizgiden saptırmaya yönelik teşebbüsler, ne adla yapılırsa yapılsın, görevlerimizi, temel ilkelerimizi zedelemesi kaçınılmaz olan son derece yanlış hareketlerdir. Akl-ı selim, yani rasyonel tavır temel kuralımız olmalıdır. Ancak “milliyetçiliğin çocukluk hastalığı” şeklinde tanımlanabilecek kontrolsüz davranışlardan uzak kalınmalıdır.
Türk Ocağı siyasallaşmadığı için çalışmalarımıza devlet’in bütün kurumlarından, mülki ve idari kesimlerden, rektörlerden, dekanlardan geniş katılımlar sağlanıyor. Merkez ve şubelerimiz başta olmak üzere, kamu görevlileri idari kademelerimizde yer alıp, hizmet sunabiliyorlar. Bunun aksinin ne gibi sıkıntılar açabileceği ortadadır.
Aziz Türk Ocaklılar, Değerli Misafirler;
Milletler arasında amansız bir mücadelenin yaşandığı küresel rekabet ortamında teme şiarımız milletlerin hukukuna riayet edileceği küresel bir adaletin gerçekleşmesi olmalıdır. Aydınlarımız, fikir adamlarımız, âlimlerimiz, sanatçılarımız özgün eserler ortaya koyarak bunları dünyanın en ücra köşelerine ulaştırarak yeni bir medeniyetin inşasına hizmet edebilirler.
Türk milletine şerefli ve itibarlı yer açmak hedefi, 21. yüzyılı “Türk asrı” yapma ülküsü kesinlikle ütopya değildir. Bir zamanlar Türk Dünyasının hürriyete kavuşacağını hayalperestlik olarak niteleyenlerin yanılgıları ortadadır. Tarih Türk milliyetçilerini haklı çıkarmıştır.
Yakın tarihlere kadar “hayal” olan fikirler gerçek oluyor. 250 milyonluk Türk dünyası bütün ihtişamıyla yeniden doğmaktadır.
Çok şükür ki 1990’dan sonra Sovyetler Birliği dağılmıştır. Türk dünyasının önemli bir bölümü esaretten kurtulmuştur. Aramızdaki duvarlar demir perdeler yıkılmış, yüzyıllarca süren hasretimiz sona ermiştir.
Birleşmiş Milletler’de öksüz ve boynu bükük dalgalanan Türk bayrağı, 1990’lardan sonra yeni kardeşleriyle, yeni Türk bayraklarıyla ayrı bir sevinç dalgalanması yaşamakta ve yeni kardeşlerini beklemektedir.
1992 senesinde Türkiye’nin teşebbüsleriyle başlayan “Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveleri” sırasıyla İstanbul’da (1994), Bişkek’te (1995), Taşkent’te (1996), Astana’da (1998), Bakü’de (2000), İstanbul’da (2001) ve Antalya’da (2006) gerçekleşmişti.
Aziz Türk Ocaklılar;
Yeryüzünde hiçbir büyük iş, yüreği yanmayan, çile çekmeyen insanlarca başarılmış değildir. Her ülkü, her büyük hareket, ancak ve yalnız büyük gönüllü insanların, gönülleri mukaddes ülkü ateşiyle yangın yerine dönmüşlerin, inandığı dava uğruna her çeşit tehlikelere, tuzaklara karşı inanılmaz bir cesaretle karşı koymuşların, ömrü boyunca asla zaaf alameti göstermemiş, çilekeş ve kudretini hakikatten, Hakk’a inanmışlardan alan ‘büyük adamların’ liderliği, önderliğiyle başlatılmış ve başarılmıştır.
Türklüğümüzü, vatanseverliğimizi, milliyetçiliğimizi bütün insanlığın geleceğine dair bir medeniyet tasavvuru olarak düşünemiyorsak, paramız, bilgimiz, teknolojimiz olmasına rağmen; görgümüz, irfanımız, yol haritamız yoksa bugün altında yaşadığımız gök kubbeyi ‘’kendi gök kubbemiz’’ yapan dinamikleri bulamıyorsak boşuna uğraşıyoruz demektir.
Rahmetli Dündar Taşer’in dediği gibi “Türk tarihinin sarkacı yükselişe geçmiştir.” Türk milleti dün olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu badirelerin üstesinden gelecektir. Milletimizin derin şuur altındaki “büyük devlet olma özlemi” gerçekleşecektir. Şimdiden o milliyetçi büyük Türkiye”yi selamlıyoruz.