Sayın Genel Başkan;
MHP iktidar ortağı olduktan sonra 5 Kasım 2000 tarihindeki 6. Büyük Kurultay’a giderken 1999 genel seçimlerinde, büyük fedakârlıklarla partimizin %18 oy almasını sağlayan bütün il ve ilçe teşkilatlarını feshetmekle kalmayıp milyonlarca parti üyesinin kayıtlarını da sildirdiniz ve Genel Merkez’e atama yetkisi verebilmek için her ilçeye sayıları dörtyüzden daha aşağı üyeler kaydettirerek kendinize uygun bir parti teşkilatı oluşturdunuz.
Yani önce siz, sizi seçecek kurultay delegelerini seçtirdiniz, sonra da onlar gelip sizi seçtiler. Zât-ı alinizin “parti içi demokrasi” anlayışı demek ki böyle bir şeydi.
Bu Kurultay’da MHP genel sekreterliğine seçtirdiğiniz şahsın ismini duyan herkes şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Bu kişi, Askerî Yargıtay eski Başkanı, emekli hakim tümgeneral Sayın Nursafa Pandar idi.
Sayın Nursafa Pandar, basına ve kendisini ziyaret gelen bazı partililere olayı şöyle anlatıyordu:
“Ben Askerî Yargıtay başkanıydım. Emekliliğime henüz 5-6 yılım vardı. Büyüklerimiz; “Seni emekliye ayıracağız ve bir partide görevlendireceğiz” dediler. 30 Ağustos 2000’deki Yüksek Askerî Şura toplantısında emekliye sevk edildim. Daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi’ne gönderildim. Doğrusu ben MHP’de vazife alacağımı hiç düşünmemiştim. CHP veya ANAP olabilir diye düşünüyor ve bekliyordum. Bir anda kendimi MHP Genel Sekreteri olarak buldum’’ diyor ve ilaveten kendisine “Nursafa Bey, size çok güveniyorum. Ölüme kadar beraberiz’’ dediğinizi ekliyor. Ama, 2001 ekonomik krizi ve akabinde 2002’deki seçim hezimetinden sonra “Ölüme kadar beraber olacağınızı” söylediğiniz genel sekreteriniz istifa ederek sizi ve partimizi terk ediyordu.
Son aylardaki yaygın deyimle; “Kırk yaşın altındaki kardeşlerim!”, Sayın Genel Başkan’a MHP genel sekreterliğine getirtilen Nursafa Pandar Bey, Askeri Yargıtay Başkanı iken 12 Eylül mahkemelerinde yargılanarak idam, ömür boyu hapis vb. ağır mahkûmiyetlere çarptırılan binlerce ülküdaşımızın haklarındaki mahkumiyet kararlarını Askeri Yargıtay’da tasdik eden zevatında en başında gelenidir. Bir insanın “celladına aşık olması” böyle bir şey olsa gerek.
Sayın Genel Başkan;
Ülkücü camiayı cellatlarına dalkavukluk yapmaya zorlamaya ne hakkınız vardı?
İktidar ortaklığı döneminizde, Türk milletinin hükümranlık haklarını büyük ölçüde ortadan kaldıran tahkim yasası ve ikiz yasaların çıkmasını sağladınız.
Kamuoyunda “Rahşan affı” diye bilinen şümullü af kanununda, polis katilleri, asker katilleri başta olmak üzere, onbinlerce mahkum salıverilirken 12 Eylül mahkemelerinde ağır cezalara çarptırılan birçok ülküdaşımız ve 12 Eylül cellatlarından kaçarak yurtdışına çıkmak zorunda kalan yüzlerce arkadaşımız bu aftan istifade edemedi.
Merhum Ünal Osmanağaoğlu ve Muhsin Kâhya başta olmak üzere, birçok arkadaşımız daha uzun yıllar cezaevlerinde çile çekmek zorunda kaldılar.
İTİA öğrencisi, Yozgat Yerköylü Alpaslan Alpaslan, baba ocağından ayrıldıktan 29 yıl sonra memleketine dönebildi.
Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Kastamonulu Ethem Kıskıs, 40 seneye yakın gurbet hayatı yaşadıktan sonra 2 yıl önce sıla hasretiyle Almanya’da ruhunu teslim etti.
İTÜ öğrencisi Nuh Semiz, hâlâ vatanına dönemiyor. Bunun birçok örneği var.
Hatta, yurt dışında yaşamak zorunda kalan bazı arkadaşlarımız Af Kanunu’nun Meclis’te tartışıldığı günlerdebaşka kimliklerle Türkiye’ye gelip TBMM Adalet Komisyonu üyeleriyle görüşüp kendilerinin de Af Kanunu kapsamına alınmasını istediler.
Bu komisyon üyeleri durumu zat-ı alinize getirdiler ama siz; “Hayır, ben söz verdim” diye reddettiniz.
Benzer şekilde, 28 Şubat sürecinde MGK’nın Kur’an kursları, imam hatip okulları orta kısımlarının kapatılması, meslek liselerinin üniversiteye giriş katsayılarının öğrenciler aleyhine yükseltilmesi, üniversitelerde ve kamuda başörtüsü yasağının devamı konularındaki kararlarını dönemin Refah – Doğruyol Hükümeti istifa etmek pahasına kanunlaştırmamıştı.
Bu konular kanunlaşırsa, Türk milleti nezdinde büyük bir bir oy kaybına uğrayacağımızı dil getiren TBMM Adalet komisyonu üyesi milletvekili arkadaşımıza her zamanki asker çekincenizle; “Ne yapalım kardeşim, askerlerle kavga mı edelim?” diyerekreddetmiştiniz.
Keşke, birkaç ay önce, bir grup emekli amiralin Montrö Anlaşması ile ilgili açıklamalarına karşı gösterdiğiniz cesareti, o günlerde 28 Şubatçı generallere karşı gösterseydiniz de Türkiye bu günlere gelmeseydi.
Sayın Genel Başkan;
Teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın, yargılama neticesinde aldığı idam cezası dosyasının bir an önce TBMM’ye gönderilmesi için memleketiniz Osmaniye’de yüksek perdeden, “Öcalan’ın idamına kimsenin mani olamayacağını”haykırmıştınız.
Aynı günlerde, hatırlarsınız; Başbakan Bülent Ecevit, basına yaptığı açıklamada: “Ümit ederim Sayın Bahçeli, Ankara’ya geldiğinde bu kanaatini değiştirecektir.” demişti.
Nitekim 12 Ocak 2002 tarihinde, koalisyon ortakları olarak Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz ve zât-ı aliniz, 7,5 saat süren bir zirve toplantısından sonra, Öcalan’ın idam dosyasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreci tamamlanıncaya kadar Başbakanlık’ta bekletilmesine karar vermiştiniz.
Her zamanki gibi yine Bülent Ecevit’i kıramamıştınız. Zirveden sonra basına açıklama yapılırken, Ecevit’in hemen yanıbaşında, son derece saygılı bir tavırla sessizce bekliyordunuz.
Bu zirve sonrasında, MHP yöneticilerince parti tabanının yükselen öfkesini yatıştırmak için bir süre “Öcalan’ı ipe gitmekten kimse kurtaramayacak!” açıklamaları yapılıyordu.
İlerleyen süreçte, 2 Ağustos 2002 tarihinde, MHP milletvekillerinin 116’sı idam cezasının kaldırılmasına “hayır”oyu verse de TBMM’de zât-ı alinizin “gökkuşağı koalisyonu”diye isimlendirdiğiniz DSP-ANAP-DYP-RP ve o tarihte, TBMM’de 53 milletvekiliyle temsil edilen AK Parti’ye mensup milletvekillerinin “evet” oylarıyla idam cezası kaldırılıyordu.
MHP’li bütün milletvekilleri “hayır” oyu verse de bu oylamadan kısa süre önce; “Hükümet ortaklarımız, idam cezasının kaldırılması yönünde oy kullanırlarsa, bunu, hükümeti bozma sebebi saymayacağız” şeklindeki beyanatınızla Hükümet ortaklarınıza adeta; “Siz gereğini yapın, biz de görmemezlikten geliriz” demiş olmuyor muydunuz?
Keşke o günlerde, MHP’nin Konya eski milletvekili merhum Prof. Dr. Şaban Karataş hocanın size gelip: “Bu ekonomik kriz ve birçok olumsuz hadisenin arka arkaya gelmesinden dolayı MHP, büyük oy kaybetmektedir. Siz, yüksek sesle ve çok haklı bir gerekçeyle bir çıkış yapıp bu Hükümet’ten ayrılmalısınız” şeklindeki tavsiyelerini dikkate alsaydınız.
Sayın Genel Başkan;
TBMM’de idam cezasını kaldıran 7 siyasi partinin genel başkanları ve oy kullanan milletvekilleriyle elinizde Hükümet’ten çekilerek bu oyunu bozma imkânınız olduğu halde, Bölücübaşı Abdullah Öcalan’a yeniden hayat hakkı tanıyanlar kafilesine katılmış olmadınız mı?
O tarihten bugüne, bölücü terör örgütü tarafından şehit edilen asker, polis, korucu, öğretmen, … binlerce vatan evladının dökülen kanlarının vebali kimlerin omuzlarındadır?
Parti genel başkanları, idam cezasının kaldırılmasına olumlu oy veren milletvekilleri ve Hükümeti bozmak pahasına buna engel olamadığınız için “Bütün bunların vebalinin bir kısmı dazât-ı aliniz ve o dönemdeki milletvekillerinin omuzlarındadır” dersek, haksız bir itham da mı bulunmuş oluruz acaba?
Devam edeceğiz.