Sayın Genel Başkan;
1970’li yılların ülkücü mücadele nesillerinin yaşadıklarını yazmaya devam edersek;
“Aslında hiç genç olmamışlardı…”
“Gençlik” hallerinden ancak pir-i faniye yaraşan feragat hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil, “yüreklerini taşın altına koymuşlardı”; çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh (yaralı), çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar.
Çoğunluğu taşralıydı ama hesap bilmez değildiler; kimselere hissettirmeden kendi içlerinde gördükleri hesabın ürkütücü bakiyesini görüp kimseye renk vermediler; öğretilmemiş, tevarüs edilmiş bir asâletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler.
Müthiş çocuklardı be!
Ki canlarını bile verdiler. Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayasıyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için “maznun” (sanık) iken de, “mahpus” iken de hep güzel kaldılar.
Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık yüzlerinde gezdiren o nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nadir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesiydi.
Onlar meziyetlerini olduğu kadar zaaflarını da sahiplenecek derecede bir nefis selametine vasıl olmuşlardır.
Yaşıtlarının aksine, “oyuna ve oynaşa” ayıracak zamanları hiç olmadı.
Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar.
Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep böyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar.
Mukaddesatına yabancılaşmış, güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öylesine azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler.
O delikanlılardan her biri, “Burçlara bayrak olacak kumaştan” idiler.”
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıklarıyla üzerlerine çullanıp, her türlü zulmü reva gördüler.
Kader, onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü ve onlar, şehidler kervanına katıldılar. Bir kısmı, en verimli çağlarında tutsak oldular.
Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.
Oralarda bile bütün endişeleri “Türkiye” idi ve her vesileyle “Vatan bizsiz olamaz!” diye haykırıyorlardı.
Tutsakların veya yurtdışındakilerin bir kısmı, hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana-babalarının cenazelerinde bile bulunamadılar, gelinlik kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar, düğünlerine katılamadılar.
Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı kurularıyla süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler.
Dışarıdan sevgiler ve duygularla ilmek ilmek örülüp gönderilmiş hırkalar, soğuk hücrelerde sadece bedenlerini değil ruhlarını da ısıtıyordu.
İdam sehpalarına başları dik yürüyecek kadar yürekli, celladından helallik isteyecek kadar merhametliydiler.
Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular.
Bir kısmı da dışarıdaki bekleyenlere; “Beni beklemesin, buradan çıkışım yok!” diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.
Bazıları ise, on sene, on beş sene sabırla beklediler ve sevdiklerine kavuştular.
Bu insanlar, sanki Birinci Cihan Harbi seferberlik yıllarında, cepheden cepheye koşup, haritada yeri bulunamayan esir kamplarından, uzun yıllar sonra;
“Ana! Ben ölmedim!” diye baba ocağına dönenler gibiydiler.
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi.
Ama, “Ülkü” denilen “nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler.
Zamanın cilvesiyle dört bir yana savrulan o ülkücü nesil, yıllar boyunca başının çaresine bakmayı bilmiş, amelelikten müstahdemliğe, esnaflıktan bürokratlığa, öğretmenlikten sanatkârlığa, ilim adamlığından Nobel ödüllerine kadar her şubede alnının akı ve teriyle kimselere yaslanmadan, ikbâl ve iltimas beklemeden evine ekmek götürebilme saadetini yaşamıştır.
Onlar sadece Allah’a minnet eden bir nesildir.
“Şimdi bazılarının ellerinde bastonlar, çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; Ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak, o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle ‘Ahh!’ demektedirler.
Günün birinde “Türkiye” derken gözlerinin içinde aydınlık bir tebessümü uyandıran biriyle karşılaşırsanız onunla derûnî dilden musafaha ediniz; o da bir ülkücüdür ve “ülkücü” kelimesinin günümüzde Türkçe’deki tek kafiyesi ahh’tır. Ahh!”.
Evet, Sayın Genel Başkan;
Her vesileyle övündüğünüz 53 yıllık şerefli mazimizin tarihin altın sahifelerine geçecek olan 1980 öncesinin; acılarla, ızdıraplarla, yokluklarla, hasretlerle, fedakârlık ve mahviyetkârlık derecesinde feragâtlarla, kahramanlıklarla yoğrulmuş destansı hikâyesinin özetidir bunlar.
Şimdi, affınıza sığınarak soruyorum:
“Hayatınızın herhangi bir anında, bu yaşanmışlıklardan zerre-i miktar bir hatıranız var mıdır?”
Veya akademik hayatınızda Türk milletinin temel meselelerine çözümler getirecek Türk milliyetçiliğinin gelecek ufkunu aydınlatacak bir makaleniz bir ilmi eseriniz hatta yayınlamış doktora teziniz var mıdır? Özelikle ülkemizin ekonomik darboğazlara sürüklendiği bugünlerde bu eserlerinize ne kadar ihtiyacımız olduğu inkâr edilemez.
İnsan, sahip olduklarının karşısında bir bedel ödemiş ise, onun kıymetini bilir.
Sizin ve bazı yol arkadaşlarınızın, 25 yıldır uyguladığınız politikalarla gittikçe değersizleştirilen MHP hareketinde, göz dolduracak bir bedel ödemediğiniz için bu kahredici sonuçları yaşıyoruz.
Bu sualleri sorar iken, zât-ı alinizin -çoğu zaman başkalarına yaptığınız gibi- ülkücülüğünüzü, milliyetçiliğinizi sorgulamak niyetinde değiliz.
Bir insan kendisini, hangi düşünce dünyasına mensup hissediyorsa ondandır. Önemli olan, fikrinin ahlâkını yaşayıp yaşamadığı, ülkücülük “iddiasının” yüklediği sorumlulukları yerine getirip getirmediğidir. Onun içindir ki, atalarımız, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” demiştir.
Gerek akademideki öğrencilik gerekse de asistanlık yıllarınızda, -varlıklı bir aileden gelmiş birisi olarak- çevrenize karşı oldukça bonkör (cömert) davrandığınızı, ihtiyaç sahibi öğrencilere maddi destek sağladığınızı biliyoruz. Halen, bazı seneler Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde sessiz-sedasız, hiçbir reklama kaçmadan okullar inşa ettirdiğinizi kamuoyu bilmese de bizim malumumuzdur.
Bu saydığımız hususlar, imkân sahibi her Müslüman Türk’ün yerine getirmesi gereken insani, İslami vecibeleri olsa da bu hayırseverliklerinizi dile getirmeyi bir hakkın teslimi açısından görev addediyoruz.
Ayrıca, ta başından beri siyaseti bir mal mülk edinme aracı olarak seçmeyişiniz, doğrusu günümüzde eşine az rastlanan ve takdire şayan bir husustur. Bu hususiyetinizden dolayı da partimizin Genel Başkanı olarak zât-ı âlinizle ne kadar övünsek azdır.
Bizim kabullenemediğimiz ve devamlı olarak eleştirdiğimiz husus, dünya malına karşı bu kadar müstağni (gözü gönlü tok, elindekiyle yetinmesini bilen kimse) tavrınız gibi Türk milletinden oy isteme ve seçimlerde çıkarılacak milletvekili sayısı ile ilgili de azla yetinmiş olmanızdır.
Devam edecek