“Şehirlerinin kimliklerini koruyamayanlar, milletlerinin de kimliklerini koruyamazlar”
Kadim medeniyetimizin büyük âlimi Farabi ideal devlet özlemini, medinetü’l-fâzıla, yani “faziletliler şehri” olarak vasıflandırıyor.
Şehir… Âlimleri, fazılları, büyük siyaset ve devlet adamlarını, büyük san’atkârları emziren şehir…
Büyük medeniyetler, kendilerini dünyaya özgün şehirleri ile ilân ederler.
Ve merhum Nurettin Topçu diyor ki: “Bin yıllık şehirler deha, yüz yıllık şehirler büyük adam, otuz, kırk yıllık şehirler hastalıklı ruhlar, tipler çıkarır.”
Şehir, insanoğlunun bu dünyadaki vazifesini ve varlığının anlamını tamamladığı mekân; ahlâk, fikir ve inanç dünyasıyla bu mekâna vurduğu bir mühürdür.
Denilebilir ki; insan küçük bir şehir, şehir büyük bir insandır…
Bin yıllık doğu roma başkentini, elli yılda Türk İstanbul yapan irade, tarihin şahit olduğu en büyük medenî hamlelere de öncülük etmiştir…
Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek kudret ve kültürünü dünyaya ilân ve ispat eden İstanbul, bunu sadece fiziki özelliklerle değil, hayat tarzı ile de ifade eden bir büyük şehirdi.
Kâinata ruhlarındaki tevhid penceresinden bakan insanların yeniden inşa ettiği Bursa, Üsküp, İstanbul gibi şehirlerin hepsinde ağaç, su ve taş, insanla geniş ilhamlı bir ruh gibi konuşur. Buralarda insan canlı bir varlıkla karşı karşıyaymış hissine kapılır.
İnsana küçüklük duygusu vermeyen, insanın tabiatla ilişkilerini de dikkate alan bir mimarinin varisleri, aynı anlayışladır ki en büyük cihangirlerini elinde bir kılıç ile değil, gül ile resmetmeyi münasip görmüşlerdir.
Her şeyden yalıtılmış “birey” fikrinin değil, mahremiyet ve tevazu duygusunun şekil verdiği Türk-İslâm mimarî ve şehir geleneğinde şehir, sadece yanındakinden daha etkili olmaya çalışan izole fertleri değil, etrafıyla uyumu tercih eden organik şahsiyetleri besler bağrında.
Günümüz şehirleri
Büyük sanatkâr’ın (NFK) bir beyitle ifade ettiği gibi:
“nur yolunu tıkıyor yüz bir katlı gökdelen
Bir küçük iğne yok mu şehrin kalbini delen?”
Bilimsel bir sarhoşluk gibi şehirler… Gürültü, karmaşa, yalnızlık…
Kimse ne dediğini bilmiyor. Şehir, içinde kendini yitirmiş insanların başsız dev karıncalar ülkesi…
Ruhunu kaybediyor şehir…
“Dünyanın, varlığın bütünlüğü ve insanın yüceliği göz önünde tutularak düzenlenmesi gerekir. Günümüzde, insanın şuurlanması ve güzel bir dünyada yaşaması gaye olmaktan çıkarılmış ve insan, teknolojinin, idarî ve malî güçlerin pasif bir aleti, bir hizmetkârı hâline getirilmiştir.”
Bu durum hem kendine has kimlik unsurlarından yoksun ve birbirinin kopyası şehirlerde, hem de gayri insanî ölçüler içinde yaşıyor olmamızın en temel sebebidir.
Meseleyi ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde, şu sorulara samimî olarak cevap aramak gerekir: gerçekten de bugün, Bursa’yı, Denizli’yi veya Erzurum’u görmek arasında bir fark var mıdır?
Şehirlerimiz birbirini andıran geniş bulvarları, şehir merkezinde bizi karşılayacak olan birbirinin benzeri kamu binaları ve şehrin etrafında kümelenmiş apartman yığınları dışında kendilerine has milli kimlik unsurları açısından bize ne vaat etmektedirler?
Günümüz şehirlerine ve binalarına, mimari üslubuna birde bu gözle bakmak lazım. Gaz yağı tenekelerinin üst üste konulmuş halini andıran devasa konutlar, şehirlerimizin tarihi siluetini ve mimari kimliğini bozmuş, şehirlerimizin böğrüne bir hançer gibi saplanmış, her türlü estetik kaygıdan uzak, kentsel dönüşüm projeleri.
Milli mücadelenin başkahramanı ve cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’e reva gördüğümüz “Anıt Kabir”’e bakınız. Allah aşkına Türk İslam mimarisinden en ufak bir iz taşıyor mu?
Bir yunan tapınağını andıran bu yapı Gazi Paşa’nın ruhunu incitmiyor mu dersiniz?
Ayrıca sormak lazım: mahalle ne demektir?
Bir zamanlar insani münasebetlerin ve komşuluk ilişkilerinin en yoğun hâliyle hayat bulduğu bu sosyal birimler neden özlemli hikâyelerin birer öznesi hâline geldi.
Yerini, insanların birbirlerinden bihaber oldukları vasıfsız “siteler”e bıraktı.
Fakir mahalle çocuklarının güvenlik görevlileri olarak fakir mahallelerde oturanların muhtemel saldırılarına karşı korudukları “siteler”e… ya kendilerini toplumdan tecrit etmiş “rezidanslar”a ne demeli?
Hayatın her safhasını komşularıyla paylaşarak yaşayan “konaklar” yerine “rezidanslar”…
Bugün bizim için konut yani ev, kendimizi akşamları işyerinden güç bela attığımız bir yatakhane olmanın ötesinde ne ifade etmektedir?
Bir zamanlar içinde yaşayan insanların hikâyelerine ortak olan, onların hayatlarına şekil veren ve onların hayatlarıyla şekillenen bu mahrem mekânlar, nasıl oldu da 2+1, 3+1 gibi birer nicelik unsuru hâline geldiler?
Memleketimizde bir dönem statü sembolü mertebesine kadar yükseltilmiş olan apartman hayatı, acaba bizim tabiatımıza ve kültürümüze ne kadar uygun bir hayat tarzıdır?
Aile ocağı, şehirciliğin ve milletin ilk çekirdeğidir. İnsanın gelişimini teminat altına alır, günlük hayatın sevinç ve acılarına siper olur.
İslâm toplumunun çekirdek biçimi, ev ve mahalle, dış etkilere karşı en köklü direnç mihrakları oldukları için sömürgeci ve işgalci güçlerin önemli hedefleri oldular.
Maalesef günümüzde mahalle kavramı zaten ortadan kalktığı gibi aynı evi paylaşan aile fertleri arasında da büyük uçurumlar meydana gelmiştir. Bu durumu en çarpıcı bir şekilde büyük san’atkâr N.F.K:
İnanmıyorum bana öğretilen tarihe
Sebep neyse mezardan bu hayatı tercihe
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem:
Üst kat elinde tesbih ağlıyor babaannem,
Orta kat mavs oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat kız kardeşimin tamtamda çığlıkları!
Bir kurtlu peynir gibi ortasından kestiğim,
Buyurun ve maktaından seyredin, işte evim
Bu ne hazin ağaçtır bütün ufkumu tutmuş
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…
Mısralarıyla tasvir etmektedir
Şahsî ve sathî gösterişçiliğin hâkim olduğu 21. Asırda dünya, insanlık tarihinde daha önce benzeri olmayan bir kültürel kirlenmeye maruz kalmıştır.
Bu kirlenme kendi inanç temellerinden kopartılıp yabancılaştırılan ve islâm’ın affedilmez günah saydığı “şirk”in açık ve gizli şekillerine kendisini kaptırmış, gizli sömürge durumuna düşmüş olan İslâm ülkelerinde en vahim ve tahripkâr boyutlara ulaşmıştır.
Şehre, toprağa, dünyaya teknolojiyi kendi başına yaratıcı güç addeden bürokrat ve teknokratların gözüyle bakmak yerine, Allah’ın azametinin ve ‘Cemal’ sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların bunu idrak edeceği alanlar olarak bakmak gerekir.
Bugün şehir düzeni ve sanayi donanımlarında hüküm süren kargaşanın ana sebebi, şehircilik eksikliğidir.
Hiçbir kural ve kaideye uyulmadığı için köyler boşalmış, şehirler hiçbir mantığa sığmayacak şekilde kalabalıklaşmış, sanayi tesisleri gelişigüzel bir şekilde bir araya getirilmiş, işçi konutları sefalet yuvalarına dönüşmüştür.
Yüz yıl boyunca başıboş bırakılan makineleşmenin acı meyvesi…
Arsa vurgunculuğu, en temel ve yaygın meşguliyet alanlarından biri hâline gelmiştir.
Günümüzde imar, rantın, en kolay dağıtıldığı ve sizi hapse götürmeyen en garantili yoldur.
Denetimsiz bir yayılma, şehirleri, fizyolojik yönden olduğu kadar psikolojik yönden de su, hava, yeşillik gibi temel gıdalardan yoksun bırakmaktadır.
Tabiatla ilişkisini kaybeden insan, varlığından çok şey kaybetmekte ve bedenini zayıflatan şehir hayatının aldatıcı zevkleriyle bozulmuş olan, duyarlılığını iflas ettiren bu kopuşu, hastalık ve manevî düşkünlük ile çok daha ağır ödemektedir.
Hemen bütün büyük şehir yerleşmelerimizde yeşil alanları tahrip edecek büyüklükte meydana gelmiş olan betonlaşma, toprağın su çekme özelliğinin yitirilmesine sebep olmuş; bitki örtüsü yok olmuş, geriye kalanlar ise gelişemez bir duruma düşmüştür.
Sefalet mahallelerinde insanlar, havası kirlenmiş, yeşillikten ve tabiattan yoksun kalmıştır.
Bütün kültür değerleri yok edilmiş, kirletilmiştir. Maalesef insan, şehir alanlarında biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm edilmişlerdir.
Kokmuş et satan bir kasap cezalandırıldığı halde, yasalar çoktan çürümüş konutların yoksul sınıflara kabul ettirilmesine izin vermektedir.
Bu kültürel kirlenmenin, (ses, görüntü ve tabela kirliliği) bu varlığın bilincinden kopartılmış ve dolayısıyla dünyaya varlığa, çevreye topluma karşı sorumsuzlaşmanın bedeli son derecede ağır bir şekilde ödenmeye başlamıştır.
Son çeyrek asırda yaşanan deprem felâketlerinde de görüldüğü gibi, şehirler insanlara yaraşır olmaktan çıkmış ve birkaç çıkarcının insafsızlığına, yaygın bir cehalete, affedilmez bir sorumsuzluğa bırakıldığı anlaşılmıştır. Bu ihmaller zinciri, sayısız insanımızın felâketine yol açmıştır. Dileriz ki bu son olsun.
Kişisel çıkarların zorlanması, denetim zayıflığı ve toplumsal dayanışmanın güçsüzlüğü sebebiyle toplum, şahsî menfaat güdücülerinin baskın hücumuna uğramaktadır.
Şehirlerimizde, mahalle ve sokak adlarına varıncaya kadar yapılmış olan keyfî değişiklikler, geçmişle olan bağlarımızı kopardığı gibi tarihi şehirlerimizin ruhuna da saygısızlık edilmektedir.
Ses kirliliği, yoz bir tabela kirliliği, binalara ve yerleşim birimlerine, iş yerlerine verilen yabancı isimler bir Türk İslam beldesinde mi yoksa bir yabancı ülkede mi yaşadığımız konusunda bizi tereddüde düşürmektedir.
Çevre karşısında sorumluluk duygumuz, güzelleştirme irademiz olmadığı için önce denizleri, gölleri, akarsularımızı kirletiyoruz, sonra temizlemek için büyük masraflara katlanmak zorunda kalıyoruz.
Hal böyle iken, ne edebiyat ne şiir ne doğru dürüst maarif ve ne de başka bir şey yapabiliriz…
“…mimar biraz psikolog olmalı, insanların hayat sahalarını insanileştirmeli, gerçekten mutlu olabilecekleri mekânları tasarlamalıdır.”
Yani gaz yağı tenekelerinin üst üste konulduğu barınaklar değil, yaşanacak mekânlar inşâ edilmelidir.
Bugün birçok şehirde insanlarımız sağlık, kolay ulaşım, çalışma, dinlenme ve eğlenme gibi insanlık şerefini koruyan imkânlardan mahrumdur.
Günümüz insanı her sabah işine ağır bir yükle gitmekte, akşamları yorgun ve derin kaygılarla dönmektedir.
Bu şekilde, her geçen gün artan bir tatminsizlik duygusuyla kendisini sıradan bir hayatın, maddî ve manevî tehlikelerine alıştırmaya çalışmaktadır.
Bunun sonucunda da ruhu kendine has özelliklerini kaybetmiş; vatanına karşı beslediği saygı ve minnet duygularının yerini, tanıdık bir tür suç ortaklığı duygusu almıştır.
Bir medeniyet ve vatan, insanına, diğer insanların faydalandığı hayatın nimetlerini cömertçe ve ruhuna uygun bir şekilde sunmalıdır. Aksi durumlarda insanlar gerek kendisinden, gerekse ait olduğu medeniyetten uzaklaşacaktır.
Bunun adı “kültürel soğuma”dır. Kişinin kendi medenîyetinden şüpheye düşmesidir. 200 yıldır Türk milletinin yaşadığı dram da budur.
Mimarî:
İnsan mimarî eserini geliştirirken kararını kendi inanç sistemine dayandırması gerektirmektedir. Böylece mimarî ahlâk ve din alanının bir ürünüdür denilebilir.
Müslüman bir ailenin hayat tarzı tabii ki Müslüman olmayan aileninkinden farklı olacaktır.
Ailenin yapısı, çocukların eğitimi, kültürel amaçlar, yaşlılara saygı, mahremiyet şuuru, bir Müslüman evinin plânimetrik organizasyonuna yansımıştır.
Yeryüzündeki her nokta ve varlığın her anı Allah’ın varlığının bir tecellisidir. Bu yüzden İslâm’daki tevhid kavramı inanç ile sekülerizm arasında ayrıma gitmez.
Bu sebeple Müslüman’a ait bir mimarî ancak tevhîd kavramı üzerinde geliştirilmelidir.
İslâm mimarîsi, ancak, şahsi ihtiraslardan, gururdan, her türlü açık yahut gizli fetişistik yabancılaştırmalardan (şirk) arındırılmış İslâmi bir tavırla başarılabilir.
Süleymaniye ve Selimiye’deki ihtişamın, hemen yanı başındaki mütevazı konaklar, Kâbe’ye karşı hürmetin ifadesi olarak Kâbe’den yüksek olmamasına dikkat edilen Osmanlı revakları ve bugün Kâbe’nin yanı başına saygısızca dikilmiş saraylar.
Hemen yanı başında Türkiye’den de bazı sonradan görme Müslümanların, daha çok sevap kazanma fırsatçılığıyla devre mülk satın aldıkları Kâbe manzaralı ikiz kuleler…
İslâm evine dair
Bir düşünce yapısının doğru, faydalı ve güzel olması nasıl gerekiyorsa, mimarî bir yapının da aynı şekilde sağlam, kullanışlı ve güzel olması gerekir.
Sağlamlık için bilim ve teknik ilkeler, kullanışlılık için ekonomi – politik ufuk, güzellik için ise, bir ideoloji, bir dünya görüşü bir kültür ve medenîyet kavrayışı gerekiyor.
Ülkemizdeki modern yapılar hakkında belki genel anlamda sağlam ve kullanışlı yargıları öne sürülebilir, peki ya güzel oldukları söylenebilir mi?
Bir yapının sağlamlığı ve kullanışlığı akıl’ın ve fakat güzelliği ruhun mahsulüdür.
İNSAN VE İSLAM MİMARİSİ;
İslâm mimarîsi, İslâmi tutum, duygu ve ifadelerin yansımasıdır.
İslâm evi, mescidin ilahi güzelliğine sahip olmalıdır, zira islâm toplumundaki her ferdin güzel bir evde yaşaması gerekmektedir.
Her ev, bir aile için inşa edilir; mahremiyet esastır; evin bahçesi ise cennetteki sükûnu hatırlatan güzel bir köşesidir.
Haşyet, takva, sabır, mukavemet ve yakin İslâm mimarîsini vücuda getiren unsurlardır ve mutlaka biçim berraklığı, kanaat ve derin bilinç ve sorumluluk şuuruyla sonuçlanır, yüceliği tezahür ettiren bir saygı duygusu yaratırlar.
Daha yüksek bir manevi makama ulaşmak için mücadele eden Müslüman’ın özlemini yansıtan hüznün, Hıristiyan kültürünün cehennemi karanlık ve umutsuzluğa benzer bir tarafı yoktur.
İslâm kültüründe mimar, kullanıcıyı mağrur ve izandan uzak bir tavırla yönlendirmeye ve tesir altına almaya çalışmaz.
Aynı şekilde, bina da, kullanıcı için bir gösteriş ve övünme aracı ya da ona tahakküm eden yabancı bir güç olmamalıdır.
GELECEĞİN ŞEHİRLERİ – ÇARELER;
Günümüz nesilleri ve bilhassa şehir tasarımcıları evvelemirde sağlam bir felsefi temel ve o temel üzerinde kendi kültürel dinamiklerini yeniden yorumlayarak işe koyulmalıdırlar.
Arkasında ciddi bir “metafizik gerilim” ve o gerilimden hareketle çağa, çağlara ve bütün zamanlara sahici ve sağlam sorular yöneltmeyen bir neslin, kendi özgün mimarîsini inşaa etmesi düşünülemez.
Kâinatın musikisine kulak veren san’atkâr ruhların inşa ettiği estetik mimarî, olgular dünyasına girmeyen, giremeyen renk, duygu, müzikalite gibi ancak sezgi ve bireysel tecrübeyle anlaşılabilecek olan bir tür seyr-ü sülük – meslek kelimesi de zaten sülük kelimesinden gelir – denemesinden geçmiş müthiş bir metafizik tecrübeyi çağrıştırıyor.
Bu tür mimarî eserlere, aşkın mimarî diyebiliriz. Kişiyi var olanın ötesine sıçratan, olmayanı duyuran, hissettiren zengin çağrışımlı eserlerdir bunlar.
Son 20-25 yıldır batılı ülkelerde de ortaya çıkan “yeni şehircilik” akımlarını da göz önüne alarak, mahallî kültür unsurlarını barındıran, insanî ölçekte mahalleler ve binalar inşa edip insan ve komşuluk münasebetlerini geliştiren, günümüzün kimliksiz ve insanı boğan şehrine de kentine de alternatif, tabiatla iç içe şehirler oluşturulmalıdır.
Bugün, “kültürümüzün esasen bir şehir kültürü olduğunu yeniden idrak ederek, “bu topraklara kök salmış kültür ve ahlâk anlayışının şehir kurma hususundaki hassasiyetinden” mümkün olduğu kadar istifade edilmelidir.
Böylelikle “hayatın, varlığın ve yaradılışın gerçeğine uyan mekânlar” inşa etmiş oluruz.
Şüphesiz bazıları bunları “özlemli yakınmalar” olarak yaftalayabilir. Fakat bin yıllık hanları, hamamları, camileri, kervansarayları dimdik ayakta duran (süleymaniye 465 senedir ayaktadır) bir medeniyetin çocukları olarak bizlerin, ilk depremde sonunu bekleyen apartmanlara ve binalara mahkûm olduğumuz gerçeğini tekrar düşünmek dahi, şehir kurma hususunda atalarımızdan öğreneceğimiz daha çok şey olduğunu söylüyor bize.
Maddi unsurlar
Mekânlar geniş olmalıdır. Mekân duygusunun psiko – fizyolojik bir rol oynadığını ve sokakların darlığının, avluların iç içe girmesinin beden sağlığı için olduğu kadar ruh sağlığı yönünden de zararlı olduğu unutulmamalıdır.
Artık evler, kendisine ayrılmış çevre içinde, güneşten, temiz havadan ve sessizlikten faydalanacak şekilde yükselmelidir.
Güneş evlere en elverişsiz mevsimde bile, günde birkaç saat girmelidir. Bu mimarın, yeni ve en önemli görevidir.
Şehircilik yalnızca şehirlilerin beden sağlıklarını değil, ruh sağlıklarını ve bundan ileri gelen yaşama sevinçlerini de koruma altına alacak şartları sağlamak zorundadır.
Çağımızın büyük sıkıntılarından biri çalışanların günlük göçebeliğidir.
Sanayiye sağlam bir şekilde bağlı olmayan, değiştirilebilir el emeği, sabah, öğle ve akşam, yaz kış, sonu olmayan gidiş gelişlere ve toplu taşıma araçlarının insanın gücünü maddi manevi tüketen kalabalığına maruz bırakılmaktadır. İnsanların tüm zamanı, bu düzensiz gidiş – gelişler içinde yok olmaktadır.
Sanayi bölgeleri ile konaklama bölgeleri, birbirinden yeşil alanlarla ayrılmalıdır.
Modern şehircilik ilkeleri ve kentsel dönüşüm projeleri belirlenirken, mimarlar, yapı san’atı uzmanları, şehir plâncıları, şehir tarihçileri, sağlık uzmanları, ilahiyatçılar ve toplumsal düzenleme uzmanlarından müteşekkil kadroların ortak çalışmaları doğrultusunda hareket edilmelidir.
En elverişli arazilere en uygun mesafelerde yerleşme imkânı sunulmalıdır.
Şehirciliğin gelişimi, siyasal, toplumsal ve ekonomik tesirlerden bağımsız değildir.
Beklendiği gibi, ileriyi gören meseleleri kavramış olan, önceden düşünülmüş ve plânları hazırlanmış hayat şartlarını gerçekleştirmeye kararlı bir siyasal güç;
Uzmanların kendileri için düşünmüş olduğu şeyleri anlama, arzu etme ve isteme gücüne sahip aydın bir halk;
Bazıları çok büyük çapta olacak işleri başlatabilme ve yürütebilme imkânı verecek bir ekonomik güç; bu devasa meselelerin üstesinden gelebilmenin hayati şartlarındandır…
Mimarlık, şehrin güzelliği ve rahatlığından sorumludur. Şehrin tasarlanması ve iyileştirilmesi onun yükümlülüğündedir.
Mimarlık her şeyin anahtarıdır.
Kişisel çıkarlar, kamusal yarardan sonra gelmelidir.
Bireysel hukuk ile ortak hukuk karşılıklı olarak birbirini desteklemeli, kuvvetlendirmeli ve kapsadıkları yapıcı unsurları bir araya getirmelidir.
Bireysel hukukun küçük bir azınlığı tatmin ederek geri kalan toplumsal kitleyi sıradan bir hayata mahkûm eden şu bayağı kişisel çıkarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Kişisel çıkarların, her yerde, kurumsal yarardan sonra gelmesi ve her şahsın, rahat bir konutta, güzel bir şehirde yaşama gibi temel bir mutluluktan payını alması gerekir.
Son sözler;
Gelecekte şehrin izzetini seherde dua eden anneler, helal rızık için her zorluğa göğüs geren babalar, soğuktan titreyen kediyi dükkânına buyur eden esnaf, bir serçenin öksürüğünden bile müteessir olan insanlar, vakıf, kitap ve su medenîyetinin, iman ve aşk medenîyetinin varisleri, her sabah şehrin kalbini yarıp kirini temizleyen ezanlar kurtaracaktır.
*Bu yazının bir özeti Türk Dünyası Mühendisleri ve Mimarlar Birliğinin Kaşgar’dan Endülüs’e Tük İslam Şehirleri seri toplantılarının 29-30-31 Ekim 2011 tarihinde Kars’ta yapılan Gazi Kars Şehrengizi’nde tebliğ olarak sunulmuştur.
Faydalanılan kaynaklar:
Türk edebiyatı dergisi ( şehir ve kültür ) : ekim 2011 sayısı
Şehrayin dergisi ; sayı 1, ağustos eylül 2011 doğan d.mehmet doğan
Atina antlaşması ; yapı kredi yayınları le corbisier çeviren, ayda yörükan 2009
İstanbul estetiği ; çelik gülersoy
İstanbulu anlamak : turgut cansever ( iz yayıncılık )
İslamda şehir ve mimari : turgut cansever ( iz yayıncılık )