Cezaevi ve seminer veya cezaevi ve fikrî çalışmalar; bu iki kelimenin yan yana gelmesi pek rastlanılır bir şey değildir. Genel kabul cezaevinin suçluların, kanuna karşı gelenlerin ıslah edildiği ve toplumdan tecrit edildiği bir yer olduğudur. 1970’li yıllardan itibaren cezaevleri yeni bir insan tipiyle karşılaştı: Ülkücüler, Milliyetçi Büyük Türkiye Sevdalıları.
1970’Lİ YILLARDAN BUGÜNE TÜRKİYE MANZARASI
Türkiye’nin 1970’li yılları, çok büyük siyasî, idarî, fikrî çalkantılarının yaşandığı buhranlı yıllardır. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra arka arkaya gelen örtülü darbe teşebbüsleri, muhtıralar bir yandan demokratik hayatı kesintilere uğratıp siyasi kaoslara yol açarken, öbür yandan da 1961 Anayasasının getirmiş olduğu geniş hürriyet ortamında değişik fikir ve görüşler alabildiğine tartışılıyordu. Bu fikir akımlarına kısaca göz atmak gerekirse:
Birinci olarak; Türkiye’nin iktisadî geri kalmışlıktan kurtulması, Türk insanının refah seviyesinin yükseltilmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğinin ortadan kaldırılması, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, bilimde, teknolojide, ekonomide dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline gelmesi gayesini güden Türk Milliyetçiği fikri.
Ülkücü Türk gençliği, Türk milletinin zaferleriyle, yenilgileriyle binlerce yıllık tarihî tecrübelerinin ve kültürel birikiminin ışığında, ‘yabancılaşmadan çağdaşlaşmak’ diye özetlenebilecek bir millî kalkınma modelini benimsemişti.
Bu yolla; kalkınmış, güçlenmiş, milletlerarası camiada itibarı yüksek “Yüz Milyonluk Milliyetçi Büyük Türkiye’yi” kurmayı hayatlarının yegâne gayesi haline getirmişlerdi.
Diğer yanda, komünist Marksist-Leninist-Maoist ideolojiler olmak üzere muhtelif sol fraksiyonlar.
Öbür tarafta Batı’nın kapitalist kalkınma modelini benimseyerek batı kültür emperyalizminin ileri karakolu durumuna gelmiş birtakım kişi ve kuruluşlar.
Bir başka yanda ise etnik bölücülüğü kendilerine yol seçen ve son kırk yıldır on binlerce vatan evladını şehit ederek Türkiye’yi kan deryasına döndüren bölücü-ayrılıkçı-azınlık ırkçısı unsurlar.
Bir başka fikrî akım ise Afrika’nın kuzeyi ve Pakistan kaynaklı eski İngiliz-Fransız sömürgesi Müslüman ülkelerde ortaya çıkan ve tamamen tepki niteliği taşımanın yanında, Türk milletinin bin yıldır anladığı ve yaşadığı Müslümanlıktan tamamen farklı “siyasi İslamcı”lar.
Hemen belirtelim ki bu siyasî İslamcı akımın İkinci Meşrutiyet yıllarında Said Halim Paşa, Mehmet Akif ve arkadaşlarının savunduğu İslamcılık’la uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. O dönemin İslamcıları’nın başlıca gayesi dağılmakta olan Devlet-i Âliyye’yi ayakta tutmak ve devletin sınırları içindeki Müslümanların birliğini sağlamaktı. Vatan kaygıları, beka endişeleri en yüksek seviyedeydi. Nitekim merhum Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşları, Türk milletinin istiklali tehlikeye düştüğünde, Türk milliyetçilerinin Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ile başlattıkları Milli Mücadele saflarına hiç tereddüt etmeden katıldılar ve ölümüne mücadele ettiler. Bu yüksek mücadele azminin, inanç ve kararlılığın en çarpıcı örneği, Âkif’in kahraman ordumuza ithaf ettiği “İstiklal Marşı”nın mısralarında ifadesini bulmaktadır.
Günümüzün siyasi İslamcılarının kahir ekseriyeti ise Türk milletinin değerlerine, geleneklerine ve inançlarına karşı idi. İdeolojileri, Türklerin bin yıllık din anlayışından uzak yeni bir din anlayışıydı. Türk’ün kendisine de karşı idiler. Onlara göre Türk, Türkiye’nin sahibi değil, 36 etnik gruptan sadece biri idi.
Merhum Profesör Dr. Erol Güngör, “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı eserinde; “milliyet farklarını hesaba almayan bir İslam düşüncesi, kaynağını İslam dininden ziyade bazı siyasî durumlardan almaktadır. Bu manada İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların maksadı, İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkedeki milliyetçi politikayı nötralize etmek(tesirsiz hale getirmek)tir. Bu azınlıklar, ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açmaktan hiç geri kalmazlar, böyle bir güce erişemedikleri müddetçe, İslam davasının şampiyonu olarak görülürler.” sözleriyle günümüz Türkiye’sindeki sözde İslamcılık şemsiyesi altında etnik bölücülük yapanları veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Her türlü batıcı, sol Kemalist, sosyalist, komünist gibi gelenek düşmanlarının yüce dinimiz İslam’a vermek istedikleri zarardan daha fazlasını bu sözde din üzerinden gelen günümüz İslamcıları vermişlerdir.
Türkiye’de yeni bir din anlayışı yerleştirdiler. Onlara göre “İslam”a hizmet için her yol mübahtı. “Harp hile” idi. Karşılarındaki gruplar da, siyasî veya fikrî rakipleri değil, İslam düşmanları(!) idi. Dolayısıyla yaptıkları da cihad oluyordu.
İçi boşaltılmış bir İslam anlayışı ile “ahlaklı olmadan da dindar olunabileceğini” bizatihi yaşayışları ile gösteriyorlardı. Değerli Servet Avcı’nın tabiri ile “İtikatta İslamcı Amelde Tokatçı” bir anlayışla dini kazaya bırakmışlardı.
Siz bakmayın son zamanlarda vatan, bayrak, devlet, millet kavramlarına dört elle sarılmalarına. Onlar için vatan “seccadenin sığdığı yer” idi. Bayrak mı? Bir bez parçasından ibaretti. Adına kurban olasıca bir kadın hiç hicap duymadan “Türk bayrağı” yerine pekâlâ “Türkiye Bayrağı” da denilebileceğini, hatta “açılım, çözüm süreçlerine zarar vermemesi, farklı aidiyet duygusu taşıyan bazı vatandaşları rahatsız etmemesi için Türk bayrağının öyle şuraya buraya asılmasına da gerek kalmadığını” yazabiliyordu.
Bunların 1970’li yıllardaki abileri de üniversite ve yüksekokullar aşırı sol-komünist gruplar tarafından işgal edildiğinde, ezik, boyunları bükük, hiçbir şey olmamış gibi zilletle, bölücü sol sloganların ve komünist marşlarının eşliğinde derslere girmekte hiç beis görmezlerdi.
Ülkücü Türk milliyetçilerinin hâkim olduğu üniversite ve yüksekokullarda da, ülkücülerin silahlarının gölgesinde, büyük bir pişkinlikle derslere girerlerdi. Sonra da komünist katiller tarafından hunharca katledilen ülküdaşlarımızın şehit olup olmadığını tartışırlardı. Ülkücülerin Sovyet emperyalizminin yerli uşaklarına karşı verdikleri mücadelenin asla cihad sayılamayacağını, cihad sayılabilmesi için Afganistan’da veya Filistin’de çarpışmak gerektiğini iddia ederlerdi.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; aşırı sol ideolojileri benimseyen gençlerin önemli bir kısmı, gönüllerindeki adalet duygusu istismar edilmiş vatan çocuklarıydı. Ama o yıllarda bu gençler, Türkiye’yi -o dönemdeki Rus emperyalizminin yayılma aracı olan sosyalist komünist ideolojinin savunuculuğunu yaparak- Sovyetler Birliği’nin bir uydusu haline getirmek isteyen tepeden inmeci bir grup sivil asker darbecinin oyuncağı olmaktan kurtulamamışlardır.
Dev-Sol Dev-Yol, THKO, TKHC, TİPKO, TKPML. TİP, İGD, İKD, DHKP-C ve benzeri bütün aşırı sol örgütlerin ortak amacı öncelikle üniversite ve yüksekokulları -buraların özerkliğinden istifade ederek- birer üs haline getirip devşirdikleri ve eğittikleri militanlarla kanlı eylemler tertipliyorlardı. Büyükşehirlerde kurtarılmış bölgeler ihdas ederek, banka soygunlarıyla, üniversite işgalleriyle kendilerinden olmayan -yani Marksist Leninist fikirleri, siyasi bölücülüğü benimsemeyen kesimleri- kanla, ateşle, silahla susturup tepeden inme bir darbeyle Türkiye’de “Sovyetlere dost bir hükümet” kurdurma hedefini güdüyorlardı.
Böyle bir ihtilal ve ihanet teşebbüsü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bazı üst kademe yöneticilerinin uyanıklığı ve yüksek şuuruyla 9 Mart 1971’de önlendi. Başta darbecilerin elebaşı emekli General Cemal Madanoğlu olmak üzere darbeye teşebbüs eden sivil-asker birçok kişi ile birlikte binlerce devrimci militan tutuklandı. Sıkıyönetim mahkemelerinde yapılan yargılamalar sonucunda ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
1973 genel seçimlerinden sonra o yıllarda bütün aşırı solu şemsiyesi altında toplayan ve himaya eden CHP’NİN Genel Başkanı Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinin ilk icraatlarından birisi -Anayasa Mahkemesi’nin desteğini arkalarına alıp- 1974 Mayıs ayında çok geniş kapsamlı bir af çıkararak binlerce devrimci militanı -adeta ülkedeki kanlı eylemlerine kaldıkları yerden devam etsinler dercesine- cezaevlerinden salıvermeleri olmuştur.
Doğrusu bu devrimci militanlar da cezaevlerinde tamamladıkları teorik eksiklikleri istikametinde kanlı cinayetlerine, anarşi ve terör eylemlerine yeniden başlayarak, 1980’lere gelirken Türkiye’yi bir kanlı arena haline dönüştürdüler. Pekiyi üniversitelerde, işçi sendikalarında, memur derneklerinde, gençlik kesiminde, bürokraside, basın yayın, kültür, sanat çevrelerinde bu kadar örgütlü ve güçlü olmalarına rağmen son ezici darbeyi vurup komünist ihtilali neden gerçekleştiremediler?
Bu sualin cevabı öncelikle 1965’lerden itibaren Alparslan Türkeş’in teşkilatçı ve karizmatik liderliği ve bilhassa Dündar Taşer’in emsalsiz öğretmenliği altında şöyle – böyle bir vahdete, 40-50 yıldır görülmemiş bir hareket ve mücadele azmine kavuşan Ülkücü-milliyetçi hareketin varlığını hesap edememiş olmalarıdır.
Anadolu’dan tertemiz idraklerle bir çığ gibi gelen Ülkücü gençlik, “Milliyetçi Türkiye Ülküsü”nü bayraklaştırarak şu veya bu “izm”e kapılmadan “yabancılaşmadan çağdaşlaşma”nın mümkün olabileceğine işaretle bu ihanet odaklarının tuzaklarına düşmediler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmayı hedef alan bu yabancı ideoloji uşakları, emirleri altındaki devrimci katiller çetesi ile -ihanetlerine karşı yegâne engel gördükleri- Ülkücü Türk milliyetçisi gençliğe karşı kanlı eylemler tertiplediler.
O yıllarda bir yandan ABD’nin başını çektiği kapitalist emperyalizmin, öbür yanda Sovyetler Birliği’nin başını çektiği komünist emperyalizmin kıskacı arasında yok edilmeye çalışılan bir ülkenin evlatları olarak Ülkücü Türk gençliği bu ihanet odaklarına boyun eğmediler. Her türlü baskı ve tehdide rağmen kanları, canları, istikballeri pahasına direndiler, büyük bedeller ödediler ama devletin namusunu, milletin mukaddesatını çiğnetmediler. Yandılar, kavruldular, yaralandılar, şehit oldular, hayatlarının en güzel yıllarını mahpushanelerde birer çile yumağına dönüşerek geçirdiler.
Vurdular, vuruldular ama yılmadılar, yorulmadılar, bütün ihanet oyunlarını bozdular. Bırakınız Ülkücü milliyetçi gençliğin esas gayesi olan “Milliyetçi Büyük Türkiye” idealini, Türkiye’yi Sovyet beşinci kol elemanlarına karşı savunarak verdikleri şanlı mücadelenin şerefi bile nesiller boyu yeter de artar bile.
Ülkücü Türk milliyetçilerinin yegâne varlık sebebi tabii ki komünizmle, komünistlerle mücadeleden ibaret değildi. Esas gayesi milliyetçi Türkiye’yi kurmak, genç nesilleri milli şahsiyetine kavuşturacak bir eğitim sistemi ile yetiştirip, gençleri her türlü kültür emperyalizmine karşı millî kültür ve inançlarla donatarak bilgili ve şahsiyetli kanaat önderleri olarak yetişip geleceğin devlet kadrolarına görev almalarını sağlamaktı.
Ülkede, lekesiz gölgesiz bir adalet nizamının tesisi ile hukukun üstünlüğünün, hukuk devletinin kurallarının, demokratik hak ve hürriyetlerin en ilerisinin uygulanabileceği bir Türkiye’yi inşa etme gayretindeydiler.
Bu yıllarda verdikleri amansız mücadele esnasında, binlercesinin şehit olup kara toprağa düştüğü gibi birçoğunun yolu da cezaevlerine düştü. İçinde yaşadıkları şartlar ne kadar ağır ve zor olsa da sızlanmadılar, şikâyet etmediler, isyan etmediler. Durumu bir derviş sabrıyla yüksek bir iman ve derin tevekkülle kabullendiler. Bu zor şartlar altında bile canlarından aziz bildikleri vatanlarına, derin bir aşkla sevdikleri milletlerine, sonsuz bir sadakatle bağlandıkları devletlerine hizmeti başlıca gaye edindiler. İdam sehpalarına dimdik yürüyecek kadar korkusuz, cellatlarından helallik dileyecek kadar merhamet sahibiydiler.
Çoğu zaman uykusuz geçen gecelerinde bile rüyalarını süsleyen “Büyük Dava”larına faydalı olabilmenin çabası içinde oldular. Maneviyatlarını daima yüksek tutarak fikrî yönden tekâmül etmenin gayretinden geri kalmadılar.
Bu satırların yazarı da onlardan biridir. 1975 senesinin 21 Temmuz’unda Bursa’da tutuklandığında ziyaretine gelen bir arkadaşı Türkeş Bey’in selam sabır dilekleri ile birlikte şu cümlesini nakletmişti: “Cezaevlerindeki arkadaşlarımız davamızın şerefini temsil ediyorlar”. 10 yıllık mahkûmiyeti süresince bütün Ülkücü tutsaklar gibi o da “Davanın Şerefi”ne leke getirmemenin gayreti içerisinde olmuştur.
Elinizdeki “Taşmedrese Sohbetleri” adlı kitap aynı ruh ve heyecanla varlığını milletine ve “Türk-İslâm Ülküsü” davasına adamış bir grup Ülkücü’nün, Ankara Ulucanlar Merkez Cezaevi’nde tutuklulukları esnasında yaptıkları eğitim-seminer çalışmalarının defterlere kaydedilmiş halidir.
O yıllarda Merkez Cezaevi’ndeki ülküdaşlarımıza başkanlık, ağabeylik yapan ODTÜ Maden Mühendisliği öğrencisi, değerli ülküdaşımız, arkadaşımız, gardaşımız Selahattin ARPACI Bey’in teşvik ve yönlendirmeleriyle bu seminer defterleri oluşturulmuş ve o yıllardan bu yıllara Selahattin ARPACI bu defterleri kutsal bir emanet gibi saklamıştır. Doğrusu bu dikkat ve mesuliyetli tavrından dolayı Selahattin Bey’i canı gönülden kutlamak gerekir.
12 Eylül öncesi ve sonrası kısa sürelerle tutuklu olarak gelip döndüğüm Ulucanlar Merkez Cezaevi’ndeki sivil mahkumlar daha önce burada kalan Ahmet Tevfik OZAN ve Selahattin ARPACI’nın yardımseverliklerini, diğerkâmlıklarını, gani gönüllüklerini, insani meziyetlerini anlatmakla bitiremiyorlardı. Tabii biz de bir arkadaşları, ülküdaşları olarak iftihar ettik, gurur duyduk.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisiyken, üniversitede yuvalanmış aşırı solcu Marksist-Leninist grupların şerrinden bîzar olan ve başına gelen bir hadiseden dolayı tutuklanıp uzun yıllar cezaevlerinde kalarak oraları, arkadaşlarımızın tabiriyle “Taş Medrese”ye dönüştüren bu değerli ülküdaşımız, mahkumiyetini tamamladıktan sonra -biraz da gençlik yıllarında maruz kaldığı haksız, adaletsiz, hukuksuz uygulamalara karşı duyduğu tepkiyle olsa gerek- hukuk mesleğini seçip, mezuniyetinden itibaren de saygıdeğer bir avukat olarak hayatını devam ettirmektedir.
Uzun yıllar sonra döndüğü baba ocağına, Osmaniye’ye yerleşmiş ve 42 sene Osmaniye Ulu Camii’nde (Büyük Camii, Envar-ül Hamit Camii) müezzinlik yapan Arpacı Ali lakabıyla bilinen merhum babasının yaşadığı evi tamir ettirerek AGAMDER’i (Arpacı Ali Güzel Ahlakı ve Milli Değerleri Koruma ve Yaşatma Derneği) kurmuş ve binanın alt katının bir bölümünü Osmaniye Türk Ocağı’na, bir bölümünü de Geleneksel Türk okçuluğunu yaşatmak üzere kurduğu Cebelibereket Okçuluk Spor Kulübü Derneği’ne tahsis etme zengin gönüllülüğünü göstermiştir.
Bu mekânda her hafta sonu düzenlediği kahvaltılı sohbetlerle Osmaniye insanına, Osmaniyeli gençlere yaşadığı engin tecrübeleri aktarmakta, Türk milletinin büyük geleceğine dair düşünce ve özlemlerini dile getirerek, her zaman olduğu gibi gençlere rehberlik ve ağabeylik yapıp Türk milliyetçiliği davasına hizmet etmeye devam etmektedir.
Her sene ağaç dikme mevsiminde yüzlerce fidanı toprakla buluşturmakta, ata sporumuz okçuluk ve binicilik faaliyetlerini de büyük bir gayretle sürdürmekte, bir yandan da ney üfleyerek bu konularda da gençleri teşvik etmektedir.
Bu kitaptaki seminerler incelendiğinde, ülkücülerin cezaevlerinde bile yegâne kaygılarının Türk vatanının bütünlüğü, Türk milletinin birliği ve Türk devletinin bekası olduğu görülecektir.
Milli varlığımızın devamı için sağlam fikir ve inançlarla teçhiz olmanın zaruretine inandıkları için yaşadıkları her ortamda fikrî ve zihnî faaliyetlere öncelik vererek aynı zamanda dinî-İslamî konulardaki eksikliklerini de tamamlayarak Cenab-ı Allah’a karşı kulluk vazifelerini layıkıyla yapabilmenin çabasından da geri kalmadıkları görülecektir.
Özellikle 1974’ten itibaren, 1990’lara uzanan cezaevi hayatlarında Ülkücü Türk milliyetçilerinin ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları, neler düşündükleri, gördükleri ağır işkencelere, maruz kaldıkları ağır mahkûmiyetlere rağmen neler hissettikleri hususu aslında önemli bir araştırma konusudur. Çok az sayıda da olsa romanlara, hikâyelere, şiirlere ve birkaç sinema filmine konu olan bu mücadele yıllarının bütün sanat dallarınca işlenmesi gerekir.
Bilhassa Ülkücü tutsakların o yıllardaki ruh hallerinin; psikologlar, sosyologlar, ilahiyatçılar, siyaset bilimciler tarafından ciddi bir araştırma konusu yapılarak yüksek lisans ve/veya doktora tezleri verilerek ilmî usullerle incelenmesinin icap ettiği kanaatindeyim. Bu tür ilmî çalışmalar halen Türkiye’deki fikir akımları içerisinde en kuvvetli damarlardan birini teşkil eden “Ülkücü-Türk Milliyetçiliği” fikrinin, diğer deyimle “Türk-İslam Ülküsü” davasının fikrî serencamını, tekâmülünü, geçirdiği merhaleleri daha iyi gözler önüne serecektir. Aynı zamanda özellikle genç nesiller bugünlere kolay gelinmediğini anlayacak, yaşlılar hafızalarını tazeleyecek ve günümüzde üzülerek şahit olduğumuz fikrî zeminden kopmanın neticesindeki savrulmaların da önüne geçilebilecektir.
Böyle bir çalışma aynı zamanda, “Bir Ülkücü Nesil”in geçmişteki mücadelesine ışık tutacak ve bu günlere nasıl gelindiğini gösterecektir. Aynı zamanda günümüz ülkücü gençliğinin hayat ve fikir mücadelelerinde de yol gösterici olacaktır.
Kimdi bu Ülkücüler? Ne istiyorlardı?
‘‘Buruk bir hikayedir bu; ‘denize düşen yağmurların’ ahvâlini beyan eder. Yatağına kırgın ırmakların, kaldırımlara düşen yâkutların, üstüne fermanlar yazılmayı beklerken bakkal defterliğine layık görülen ‘tabula rasa’nın meselidir;
Bile bile aldanan, kaybettiğine değil aldatıldığına yanan ve neticede hesabı gülümseyerek imzalayan bir neslin inkisarıdır. O ne şahane tegafûldür o!’’ *
Bir büyük sevdaları vardı: Milliyetçi Büyük Türkiye’yi kurmak!
“Ülkücülük” adı altında zamane gençliğini disiplinli, kadim kültür ve medeniyetiyle temas halinde ve alperen ahlâkına sahip bir davranış kalıbında bütünleştirmeyi gaye edinen bu hareket, aslında fütüvvet ruhunun 20. yy’da ihyâsı mânâsını taşıyordu. 1965 sonrasında “komando” yakıştırmasını yarı gönüllü de olsa üstlenen bu gençlik hareketi 70’li yılların başlarında kendi içinde tekâmül ederek “ülkücü” sıfatında karar kıldı.
Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğerkâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezelî ve ebedî karakter güzelliklerini temsil ediyorlar. “Ülkücü” iş bu vasıfları arayış gayretinin has ismi oldu.
Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren “alperen”, “gazi-derviş” karakteridir ülkücülük.
“O kadar gençtiler ki, ne kadar büyük işler yaptıklarının farkında bile değildiler.”
Aslında hiç genç olmamışlardı, “gençlik” hallerinden ancak pir-i faniye yaraşan feragat ve istiğnâ hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini taşın altına koymuşlardı; çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar. Çoğunluğu taşralıydı ama hesap bilmez değildiler; kimselere hissettirmeden kendi içlerinde gördükleri hesabın ürkütücü bakiyyesini görüp kimseye renk vermediler; öğretilmemiş, tevarüs edilmiş bir asâletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler.
Müthiş çocuklardı be!
Ki canlarını bile verdiler. Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayasıyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için “maznun” iken de, “mahpus” iken de, “mağdur” iken de hep güzel kaldılar. Edebiyatın, sanatın, estetiğin güzelliğinden söz etmiyorum; hani kıraç bozkırlarda sislenmiş mor dağlara verip de Allah’tan gayrı kimseden nimet beklemeden kendi cürmünce yeşilin saltanatına itaat eden tek top ağaçların güzelliği vardır ya;
İşte öyle bir güzelliktir bu; fark edebilmek için biraz “yerli” olmak gerekir!
“Ocak” kelimesinin Türkçe’deki bütün güzel tedaileri bir araya gelip onlara mekan olmuştu. Ocaklarını çerden çöpten çattılar, ocaklarını tüttürdüler, ocaklarını uyandırdılar, darda kalınca ocaklarına düştüler, ocakları söndürüldü, ocaklarına incir ağacı dikildi. Lâkin bir araya gelip de inşa ettikleri bir ocak rûhu vardı; o ruhun ocağında kimse incir tutturamadı, yüreklerde bir yerde yanan o heyecanı kimse söndüremedi.
Şimdi nerede bir ocak lafı duysalar, kemiklerinin içinde ilikleri titrer o eski ocaklıların; ocaklı olmakla iftihar ederler, her birinin nâsiye<alın>sinde dâr-ı dünyada külfetten başka nimet getirmeyen bir ocak şehâdetnamesinin mührü parıldar.
“Ocak”: Ne mübârek tedaileri vardı bu kelimenin; ancak eski ocaklılar bilir.
Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık nâsiyelerinde gezdiren o nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nadir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesi. Onların her şeye rağmen yeterince vasıf kazanamamasının vebâli kimin üstüne yazılmalı; yabani ahlatın gölgesi bahçıvanın fennine ve fendine galip gelmiştir; onlar meziyetlerini olduğu kadar zaaflarını da sahiplenecek derecede bir nefis selametine vasıl olmuşlardır.
Dehrin cilvesiyle dört bir yana savrulan o ülkücü nesil, yıllar boyunca başının çaresine bakmayı bilmiş, amelelikten müstahdemliğe, esnaflıktan bürokratlığa, öğretmenlikten sanatkarlığa, ilim adamlığından Nobel ödüllerine kadar her şubede alnının akı ve teriyle kimselere yaslanmadan, ikbâl ve iltimas beklemeden evine ekmek götürebilme saadetini yaşamıştır; onlar sadece Allah’a minnet eden bir nesildir.
Günün birinde “Türkiye” derken gözlerinin içinde aydınlık bir tebessümü uyandıran biriyle karşılaşırsanız onunla derûnî dilden musafaha ediniz; o da bir ülkücüdür ve “ülkücü” kelimesinin günümüzde Türkçedeki tek kafiyesi ahtır. Ahh! **
“Yaşıtlarının aksine, “oyuna ve oynaşa” ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep böyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatların gayesi saydılar. Mukaddesatına yabancılaşmış, güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öylesine azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler. O delikanlılardan her biri, “burçlara bayrak olacak kumaştan” idiler.” ***
Onlar ki henüz şiire, romana, hikayeye, musikiye, resme, sinemaya , hâsılı muhayyile sancısının o şahane dikkatine takılmadan gençliklerini tüketip sinn-i kemâlin gıcırdayan basamaklarına terfi ettiler.
“Yürek çeperlerinde hala bu milletin mukadderatını paylaşma heyecanı taşıyan o neslin ışıklı yüzlerinde bir alâmet’î farika gibi parıldayan şecaat, samimiyet, diğerkâmlık ve iman ışığı vardı. Bir nesli “serâpa heyecan ve enerji haline getiren o tarif edilmez beraberlik hissinin , bir ekmeği bölüşmenin, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşmanın, birlikle ölüm ile hayat arasındaki ince sınırda hayatla ve ölümle cilveleşmenin diğer adı…”
Yirminci yüzyılın 70’le 80’li yılların arasına sıkışıp kalan genç insanların açık gözlerle gördüğü rüyânın “yorası” aynı kitaplara baş koymuş delikanlıların derinden derine hissettiği mensubiyet şuurunun ifadesi … Soğukkanlılıkla tartıldığında kardeşlikten, akrabalıktan ve hatta aşktan daha ağır gelen bir “karâbet”<yakınlık> duygusu…
Yaşanmamış gençliklerin kaybına kahırlanmak ve hayıflanmak yerine onu ironik bir senfoni haline getirebilen nefis emniyetinin izlerini de taşır bu tabir.
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp, onlara her türlü zulmü reva gördüler.
Kader, onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü, bir kısmı da en verimli çağlarında tutsak oldular. Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.
Tutsakların veya dışarıdakilerin bir kısmı, hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana-babalarının cenazelerinde bulunamadılar, gelinlik kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar, düğünlerine katılamadılar.
Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı kurularıyla süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler.
Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular. Bir kısmına “Beni beklemesin, buradan çıkışım yok.” diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.
Bazıları ise on sene, on beş sene sabırla beklediler ve sevdiklerine kavuştular. Bu insanlar, sanki Birinci Cihan Harbi seferberlik yıllarında, cepheden cepheye koşup, haritada yeri bulunamayan esir kamplarında ömür tüketip, uzun yıllar sonra “Ana ben ölmedim!” diye baba ocağına dönenler gibiydiler.
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler. Belî artık genç değiller, kırışmış alın çizgileri, ağaran şakakları, dökülen saçları, bedenlerini şuradan buradan yoklamaya başlayan romatizma ağrılarıyla bir nüfus sayımında Türkiye’nin “gençlik” ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler.
Şimdi, çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle<özlem> “aaahh” demektedirler.
Değerli ülküdaşımız Ahmet TÜZÜN bir 12 Eylül romanı olan “Gökkuşağı Vurgunları: Pusat” isimli eserinin arka kapağında o yılların ülkücülerini şairane bir üslupla şöyle tarif ediyor:
“Onlar, rengârenk kanatlı atlara binecek, kutlu bir çağa gireceklerdi. Delicesine ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı işte… Gökkuşağının altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi. Düz ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar; gökkuşağından görünmez kanatlarla uçacaklardı. Dünya durmuş, nefesini tutmuş, bu çılgın yarışın sonucunu bekliyordu…
Bir ömrü bir âna sığdıran olağan üstü bir zaman işliyor, yer ile gök buna şahitlik ediyordu… Gökyüzündeki yıldızlar zaman zaman kayıp gider, yitip kaybolurdu. Ama onlar el ele gönül gönüle sımsıkı tutunmuşlardı; yitip gitmezlerdi, kaybolmazlardı. Çünkü onlar gökkuşağının altından geçiyorlardı…
Bu geçiş ömür boyu da sürse, gönülleri hep bir atacak, adımları aynı yöne koşacaktı; ayrılmadan, kopmadan… Onlar, gökkuşağına aşıktı, gök kuşağına vurgundu. Bu uğurda verdikleri amansız mücadele sonunda; vurgun yediler…
Gökkuşağı sevdalıları gökkuşağı mağdurları oldu. Ama bu sevda bitmeyecek, bu akın sürecek! Vurgun yedikçe, vurgunlukları artacak. Çünkü gökkuşağı onların davaları, gökkuşağı onların aşkları, gökkuşağı onların sevdaları… İlk günkü gibi, dip diri inançları:
“Bir gün geri döneceğiz.
Dünyayı yöneteceğiz.”
———–
1- Bu yazının bir özeti geçtiğimiz günlerde ahirete yolcu edilen ülküdaşımız, kardeşimiz Selahattin Arpacı Bey’in 2019 yılında yayınlanan “Taşmedrese Sohbetleri” isimli kitabında önsöz olarak yer almıştır.
*/** Yatağına Kırgın Irmaklar, A. Turan ALKAN, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2000
*** Galip Erdem