ZAMANLAMA
2017 senesine geldiğimizde Türk Milleti ve Türk Devleti olarak içte ve dışta pek çok meseleyle boğuşmaktayız. Bunlardan Kıbrıs, Ermeni Meselesi, PKK terörü adıyla devam eden bölücü nifak gibi kronikleşmiş ve bir türlü çözüme kavuşamamış meselelerin yanı sıra son on dört senedir dahiyane(!) dış politika ve stratejik derinlik(!) uygulamalarının sayesinde komşularla sıfır sorundan, uzak yakın neredeyse bütün dünya ile kavgalı olduğumuz bir duruma gelmiş bulunuyoruz.
2002’ye gelindiğinde neredeyse sıfırlandığı noktadan, daha sonraki yıllarda giderek artan, binlerce cana, milyarlarca lira maddi kayıplara yol açan PKK terörü, 15 Temmuz kalleş darbe teşebbüsü, yakın zamanlara kadar sırtları sıvazlanan her türlü müsamahaya mazhar olan El Nusra, DAEŞ vb. gibi sözde cihatçı grupların Türk milletini ve Türk devletini hedef alan saldırıları devam etmektedir. PKK terör örgütünün Kandil’de ve Sincar Dağı’ndaki yuvalanması yetmezmiş gibi şimdi de Suriye’nin kuzeyinde sözde müttefiklerimiz ABD ve Rusya’nın da aleni desteği ve iş birliği ile oluşturulmaya çalışılan PYD Özerk bölgeleri gibi Türkiye’yi güneyden tehdit edecek yeni düşman gruplar oluşmaktadır . Ege’de yirmiye yakın adacığımız gözümüzün önünde Yunanistan tarafından işgal edildiği halde kimsenin sesi çıkmamaktadır. Irak’ın kuzeyindeki özerk bölgenin sözde başkanının Türkiye’yi en son ziyareti esnasında hava alanında ve başbakanlığın önünde Türk ve Irak bayraklarının yanı sıra sözde özerk bölge bayrağının da- üç beş evet oyu uğruna- asılması aymazlığından cesaret alan söz konusu yönetimin Kerkük valisinin Kerkük’ün statüsünü hiçe sayarak bir oldu bittiyle aynı sözde bayrağı asması karşısındaki hafiften birkaç itiraz sözcüğünün dışında Türkiye kamuoyunda Kerkük de elden gidiyor mu(?) korkusuna sebep olmuştur.
Bunlar yetmezmiş gibi 29 Ekim 2004’te büyük ümit ve hayallerle Roma’da tarihi Türk-İslam düşmanı Papa X. Innocenzo’ın heykeli önünde imzalanan Avrupa Birliği anlaşmasından (teslimiyet demek daha doğru olmaz mı?) 13 sene sonra içeride üç beş oy daha fazla oy almak fırsatçılığı ile Batı Avrupa ülkeleri ile bir bardakta fırtına koparılması ve orada yükselen Türk karşıtlığından siyasi kazanç elde etme cambazlığına yönelinmesi bu ülkelerle önümüzdeki dönemde çıkacak ciddi ihtilaflarında habercisi niteliği taşımaktadır.
Bir yandan Batı Avrupa Türklerine “komşunu al da gel” denilerek üç beş turistin daha fazla gelmesi için yalvar yakar olunurken, batılı yatırımcılara Türkiye’ye yatırım çağrısı yapılırken öbür yandan çıkarılan bu kayıkçı kavgası siyasi şarlatanlıktan öte bir anlam ifade eder mi bilmiyoruz? 17-25 Aralık 2013’de ortaya saçılan kirli çamaşırlar, ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar, para kasaları ve benzeri rezaletler iktidarın TBMM’deki sayı üstünlüğü ve yargıda ve emniyette yapılan bir kısım operasyonlarla Türkiye kamuoyu nezdinde unutturulmaya çalışılsa da bu kirli işlerin baş aktörlerinden Reza Zarraf’ın tutuklanması ve birkaç gün önce de benzer gerekçelerle Türkiye Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın tutuklanması ABD ile aramızda çözüme kavuşmamış birçok meselenin yanı sıra -iddialar doğruysa- kara para trafiği sebebiyle de başımız bir hayli ağrıyacak gözükmektedir. Bu ve benzeri sebeplerle “böylesine ağır ve netameli bir süreçten geçilirken, milli beka meselesine odaklanmak yerine Anayasa’da yapılacak değişikliklerle yeni bir hükümet sistemi arayışına girilmiştir”.
Bugün, birlik ve beraberliğe, ordumuzun, emniyet teşkilatımızın, adalet sistemimizin ve diğer müesseselerimizin güçlendirilmesi ve gerek ABD, gerek AB ve gerekse yakın komşularımızla münasebetlerimizi tamir etme ve normalleşmesi gibi öncelikli konulara ağırlık vermeye daha çok ihtiyacımız vardır.
Bütün bu sebeplerle de Türkiye’de bir sistem değişikliğine yol açacak anayasa oylamasının zaman itibari ile de uygun olmadığı kanaatindeyiz.
ÜSLUB:
Milletvekili genel seçimlerinde siyasi parti yöneticileri arasında sert tartışmaların, zaman zaman ağız kavgalarının yaşanması siyasetin tabiatından kabul edilse bile, milletimizin önündeki en az yirmi otuz senesini meşgul edecek bir sistem değişikliğine gidilirken bu tür tartışmalardan ve kamplaşmalara, derin kırılmalara yol açacak üslubdan, ayrıştırıcı, ötekileştirici bir dilden kaçınmak gerekmektedir. Bu aynı zamanda milletimizin çözüm bekleyen çok daha acil meselelerinin çözümünü de geciktirecektir. Ayrıca geniş istişareler yapılarak, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının, toplumun her kesiminin görüş ve düşünceleri alınarak bir uzlaşmaya gidilse daha faydalı olurdu kanaatindeyiz. “Bu sebeple bizi teklif edilen sistem kadar halkoylaması sürecinde ve 16 Nisan sonrası milli birlik ve dayanışma ruhunda oluşacak tahribatlar daha fazla ilgilendirmektedir.”
Bugüne kadar olan halkoylaması tanıtım çalışmalarında söz konusu anayasa değişikliği tasarısının başlıca aktörlerinden -gerek milletin birliğinden birinci derecede mesul olan ve yürürlükteki anayasaya bağlı ve tarafsız kalacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden- sayın cumhurbaşkanının bu yemini yok saymak bir yana, aleni olarak evet kampanyalarına katılması ve hayır oyu verecekleri terör örgütleri ile irtibatlandırması, gerekse ikinci aktörü MHP genel başkanı Dr. Devlet Bahçeli’nin bu anayasa değişikliğine hayır oyu vereceğini açıklayan ülkücü Türk milliyetçilerine yönelik -kendisine hiç yakıştıramadığımız- ağır itham ve ifadeleri gerekse hayır cephesinden bazı kesimlerin ölçüsüz beyanları, sosyal hayatımızda derin yaraların açılmasına sebep olacaktır.
Sadece Twitter hesabı üzerinden şahsi kanaatini açıklayan Türkiye Kamu Sen’in değerli genel başkanına bir grup genç insanın –davaya ve lidere sadakat duyguları istismar edilerek- gönderilip, babaları yaşında ve saçlarını ülkücülük-milliyetçilik mücadelesinde ağartmış insanlara tehditler savrulması, yine Türkiye Kamu-Sen yöneticilerinden Fahrettin Yokuş Bey’e yönelik silahlı saldırı, hayır kampanyası için Türkiye’yi dolaşan MHP’nin yenilikçi kanadının sözcülerine yapılan muhtelif saldırılar bu endişelerimizin haklılığını doğrular niteliktedir.
Anayasa oylamasından hemen önce yapılan bir kanuni değişiklik ile daha önce seçim zamanlarında özel ve devlet televizyonlarında bütün taraflara eşit zamanlar ve imkanlar tanınırken bu kuralın ortadan kaldırılması oldukça manidardır. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadında: “…sadece toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü haber ve düşünceler değil devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden, kırıcı, çarpıcı haber ve düşüncelerde serbestçe ifade edilebilmelidir.” denilmektedir. Ayrıca büyük hukuk alimi merhum Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL “en tehlikeli fikir eleştirilemeyen fikirdir.” Diyerek aynı konunun ehemmiyetini vurgulamaktadır.
Hemen şunu belirtelim ki, eğer 16 Nisan’da hayır oyları fazla çıkarsa iddia edildiği gibi kaos oluşmayacak, sayın cumhurbaşkanı anayasadaki yetki sınırlarına çekilecek, sayın Binali Yıldırım’ın başbakanlığındaki cumhuriyet hükümeti normal süresini tamamlayana kadar icraatlarına devam edecektir. Zira bu ne cumhurbaşkanının oylanması ne de hükümetin oylanması değildir. Konu gayesinden saptırılıp maksatlı olarak bu şekilde takdim edilmektedir. Şayet evet oyları -sayın başbakanın arzuladığı gibi yüzde elliden bir, sadece bir fazla çıkarsa işte o zaman demokrasimiz büyük yara alacak sonu gelmez yeni tartışmaların, aşırı otoriteleşmeye, -Allah göstermesin- tek adam rejimine (bunun siyaset dilindeki karşılığı diktatörlüktür) kapı açılmış olacaktır.
(Devam edeceğiz.)