DEMOKRASİLERİN OLMAZSA OLMAZI:
KUVVETLER AYRILIĞI
Demokrasi ile idare edilen ülkelerde “başkanlık sistemi” de olsa “parlamenter sistem” de olsa en vazgeçilmez husus “kuvvetler ayrılığı” ilkesidir.
16 Nisan 2017’de oylanacak olan Anayasa değişikliği teklifinde, yürürlükte bulunan ilk üç madde şeklen değiştirilmemiş gibi görünse bile, bu maddelerde zikredilen “demokratik ve hukuk devleti ilkesi” ile demokrasilerin olmazsa olmazı olan “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ne aykırı düzenlemeler söz konusudur.
Partili cumhurbaşkanlığı ile yasama (TBMM), HSYK’ da yapılan değişikliklerle yargı yürütmenin kontrol altına alınmakta;
Meclis’in yetkilerinin önemli bir kısmını Cumhurbaşkanı’na aktarılarak yasamaya müdahale edilmekte;
Neticede, Anayasa değişikliği teklifi “kuvvetler ayrılığı” yerine Cumhurbaşkanı’nda birleşen bir güçler birliği (güçlerin cumhurbaşkanında birleşmesi durumunu) sistemini hedeflemektedir.
Teklifte yer alan maddelere bakıldığında; mevcut siyasi partiler kanunu ve seçim kanunu ile 12 Eylül 1980 sonrasındaki siyasi tecrübeler dikkate alınırsa, yürütme (hükümet etme) gücünü tek başına elinde bulunduracak olan Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda yargı ve yasama (TBMM) üyelerinin belirlenmesinde de asli güç ve yetki sahibi olacağı anlaşılmaktadır. Bu ise, “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ne dayalı demokratik rejimin hafif bir ifadeyle yara alması, hatta rafa kaldırılması demektir.
Peki, bu Anayasa değişikliği tasarısına değerli Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Kemal GÖZLER Hoca’nın tabiriyle “Suistimalci Anayasa değişikliği” denilebilir mi? Kulak verelim:
“Artık askeri darbe yoluyla demokratik rejimleri devirip, otoriter rejimler kurmanın modası geçti. Onun yerine, artık demokratik rejimler anayasa değişikliği ile ortadan kaldırılıyor. İktidardaki güçlü başkanlar, “ustaca ve kurnazca” planlanmış anayasa değişiklikleri yoluyla kendilerinin görevde kalmasını sağlayacak sistem kurarlar.
Özellikle anayasa değişikliği yoluyla kendilerini denetleyecek mahkemeler gibi organları etkisiz hale getirirler. Bu şekilde yeniden biçimlendirilen anayasa tam anlamıyla otoriter değildir; seçimler yapılmaya devam edilir.
Uzaktan bakıldığında, anayasa hala demokratikmiş gibi görünür. Ama yakından bakıldığında anayasanın gerçekte demokratik düzeni yok etmek için anayasa değişiklikleri yoluyla yeniden tasarlandığı görülür”.
16 Nisan’da oylanacak olan Anayasa değişiklikleri halk tarafından kabul edilirse, bir başkanlık sistemi değil, gerçekte bütün kuvvetlerin Cumhurbaşkanı’nın elinde toplanacağı bir “kuvvetler birliği sistemi” kurulacak böylece demokrasi güçlenmeyecek, tersine siyasi iktidarın gücü daha da artmış, iktidar süresi daha da uzamış olacaktır.
Bu tipik bir “suiistimalci anayasacılık” örneğidir. Pazarcının çürük domatesleri torbaya doldurmadan önce, sizin gözünüzün içine soka soka bir-iki güzel domatesi torbaya atmasına benzer.
Hele de getirilen sistemin Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olduğu iddiası ise, Türk Milliyetçileri’nin eline tutuşturulmuş bir elma şekerini hatırlatmaktadır. Hayatları boyunca “Türk” dememeye azami dikkat gösteren bir zihniyetin, son aylarda “Türk” kelimesinin ziyadesiyle kullanması bir başka samimiyetsizliğin ve riyakârlığın numunesidir.
Kemal GÖZLER bu tarifine yakın geçmişte yaşanmış bir örnek de veriyor: Önce 2010 Anayasa değişikliğinin nasıl sinsice yapıldığını hatırlayalım. Anayasa değişikliği ile toplam 26 maddede değişiklik yapılmıştır.
Bu değişikliklerin ikisi dışında neredeyse hepsi temel ve hak ve hürriyetleri güçlendiren olumlu değişikliklerdir. Ancak genel olarak olumlu bakılan bu değişikliklerinin arasına, çok değil, iki adet değişiklik (HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını ve üye seçim usulünün değiştirilmesi) sıkıştırılıvermiştir.
Asıl amaç, HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve üye seçim usulü değiştirilerek, yargının siyasi iktidar tarafından ele geçirilmesiydi. Temel hak ve hürriyetlere ilişkin diğer değişiklikler, bu amacı gizleyen kamuflajdı.
2010 Anayasa değişikliği, sanki 12 Eylül 1980 hükümet darbesiyle bir hesaplaşmaymış gibi şimdi de 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüyle hesaplaşmaymış gibi samimiyetsizce istismar edilmektedir.
2010 referandumu hakkında yapılmış samimi açıklama Başbakan Binali YILDIRIM’ın 26 Ocak 2017 tarihinde yapmış olduğu şu açıklamadır:
“Bir tehlikeyi bertaraf ederken farkında olmadan başka bir tehlikenin kapımızı çaldığının farkına varamadık. Bizim memlekette bir tabir vardır; ‘Tatarından kurtardık, beterine rastladık’. FETÖ’cüler sinsice 2010 referandumundan sonra yürüttükleri faaliyetleri aleni hale getirmiş, yargıyı kendi kirli emelleri doğrultusunda kullanma durumuna gelmiştir”.
Muhtevaya gelince, Anayasa değişiklik teklifinde seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın icra gücünü elinde toplaması yatmaktadır.
Teklif’te yer alan maddelere bakıldığında mevcut kanunlar ve siyasi kültürümüz ortada iken çoğunluk partisinin genel başkanı olması kuvvetle muhtemel bir Cumhurbaşkanı’nın -iddia edilenin aksine- denetleneceğini beklemek fazla iyimserlik olacaktır.
Şimdi de değerli tarihçi Prof.Dr.Mehmet ÖZ’e kulak verelim.
“Anayasa değişiklik teklifi ile getirilen yeni sistemin bazı iddiaların aksine tarihi dayanağı da yoktur.
Bilge Tonyukuk’un, Bilge Kağan’ın yanında; Nizamülmülk’ün, Alparslan ve Melikşah’ın yanında tarihimizin sembolleşmiş ikinci adamları olması bir yana, Göktürkler’den Selçuklular’a veya Osmanlılar’a bu açıdan bakmak, hanedan devletlerini demokratik milli devletlere örnek göstermek doğru değildir.
Kaldı ki, meşruti monarşi tecrübesinde dönemin şartlarının da etkisiyle Sultan’ın yetkileri sembolikti. Öncesinde ise, Sultan’ın yürütme yetkisi “mutlak vekili” olan vezir-i azama tevdi edilmişti.
Fatih Kanunnamesi’nde bu açıkça yazılır: “Bilgil ki, evvela vüzera ve ümeranın vezir-i azam başıdur. Cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i mutlakıdır”.
“Kazai yetkiler Kazaskerlerin, örfi kanunların tedvini ise “Kanun müftüsü” (müfti-yi kanun) olarak tanımlanan nişancının uhdesinde idi. Devlet işlerinin şeri şerife uygunluğunu denetlemek bakımından Şeyh-ül İslam da ulemanın başı idi. Tabir caiz ise, bir nev’i denge sistemi vardı”.
Bu bir sistem meselesidir ve fanilere göre değil, devletin bekası temelinde ele alınmalıdır. Tartışmanın şahıslara bağlı olarak yapılması maalesef faydasız münazaralara ve körü körüne zıtlaşmalara yol açmaktadır.
Hâlbuki millet hayatı için son derece önemli bir değişiklik söz konusu olduğunda bunun uzun vadede muhtemel sonuçları enine boyuna tartışılmalıydı.
Şüphesiz ki, hükümet etme sistemleri, insanlığın tarihi tecrübesinden doğmaktadır. Şartlar değiştikçe, bunlarda da değişiklikler veya küçük çaplı tadilatlar yapılabilir. Yine ülkenin içinde bulunduğu şartlar da dikkate alınarak güçlü ve tek elden bir yürütme fikri de pekala sunulabilir. Burada sıkıntı, yürütmenin başındaki kişinin önce Meclis’te çoğunluğu teşkil edecek olan iktidar partisinin milletvekillerini sonra da onlarla birlikte yüksek yargı üyelerini belirlemesinin yüksek bir ihtimal dâhilinde olmasıdır.
Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyetlerden bahsedilemez.
1748 yılında yayınlanan “Kanunların Ruhu” isimli eserinde Montesquieu şöyle diyor:
Eğer, aynı idarenin kişilik veya yapısında, yasama gücü yürütme gücüyle birleş¬mişse, hiçbir şekilde hürriyet yoktur. Çünkü aynı yöneticinin veya aynı meclisin zalimce idare etmek için zalimce kanunlar yapmasından korkulur.
Yargı gücü de, yasama ve yürütme güçlerinden ayrılmış değilse yine hürriyet yoktur. Eğer bu güç, yasama gücüyle birleşirse, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare, keyfe kalmış bir idare olur. Çünkü hakim, kanun koyucunun yerine geçer. Şayet yargı gücü, yürütme gücüyle birleşirse, yargıç korkunç bir zalim kesilir.
Aynı idareciler kitlesi, kanunu yürütme yolunda, zaten yine kanun koyucu sıfatıyla kendi kendine verdiği tam bir yetkiye sahiptir; genel emirleriyle devlet geleneğini yok edebilir. Yargı gücü de kendisinde bulunduğu için, özel emirleriyle herhangi bir vatandaşı mahvedebilir. Baskıcı bir yönetim gerçekleştirmek isteyen hükümdarlar da, bütün yönetim otoritesini kendi kişiliklerinde birleştirmekle işe başlarlar”.
Önemle belirtmek gerekir ki; yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin elinde toplandığı kişinin kim olduğunun bir ehemmiyeti yoktur. Bu kişi, bir “bilge kral” veya halk tarafından yüksek bir oy oranıyla seçilmiş bir “başkan” olsa bile değişen bir şey olmaz.
Halk tarafından seçilmiş olması bu kişinin yetkilerini kötüye kullanmayacağı anlamına gelmez. Her kuvvetin tabiatında kötüye kullanılma eğilimi vardır. Bundan 129 sene önce Lord Acton’un söylediği gibi “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır”. İktidar, iktidarla sınırlanır. İkti¬dardakilerin insafıyla değil!
Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin aynı elde toplandığı bir sistemde kimse güvende değildir. Böyle bir sistemde medenî hayat tehdit altındadır.
Bir devlette, bir anayasanın olduğunu söyleyebilmek için, o devlette, bir yandan vatandaş¬ların hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması, diğer yandan da o devlette kuvvetler ayrılığının olması gerekir. Bu iki şart gerçekleşmedikçe, bir devlette “Anayasa” isimli bir belgenin olması, o devlette gerçek anlamda bir anayasanın bulunduğunu göstermez.
Mevcut anayasamızda kuvvetler ayrılığı uygulamada varlığı ve etkililiği tartışmalı olsa bile hiç olmazsa şeklen vardı.
BAŞKAN VESAYETİNDE YARGI: ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TEKLİFİNİN GERÇEK AMACI HSYK’YI YENİDEN TANZİM ETMEK OLABİLİR Mİ?
Anayasa hukuku teorisinde, kuvvetler ayrılığına veya birliğine göre hükümet sistemleri, yasama ve yürütme organları arasındaki ilişkilere göre tasnif edilir. Yargı organı işe karıştırılmaz. Çünkü onun her hâlükârda bağımsız olduğu varsayılır.
Ne var ki, Anayasa Değişikliği Teklifi, yasama orga¬nının Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırdığı gibi yargı organının da Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, Değişiklik Teklifi, sadece yasama organını değil, aynı zamanda yargı organını da Cumhurbaşkanı’nın kontrolü altına sokmaktadır.
Değişiklik Teklifine göre, Hâkimler ve Savcılar Kurulu, 13 üyeden oluşmaktadır. Kurul’un Başkanı Adalet Bakanı’dır. Teklif edilen sistemde, Adalet Bakanı ve Kurul’un beş üyesi doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Geriye kalan yedi üye ise, TBMM tarafından seçilmektedir.
Bu düzenlemenin, anılan Kurul’un bağımsızlığını sağlayabileceği çok şüphelidir.
Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin lağvedilmesiyle birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 17’den 15’ düşürülmekte; ancak Mahkeme üyelerinin 12’sini Cumhurbaşkanı doğrudan ve diğer 3 üyeyi ise TBMM seçmektedir. Bu yeni haliyle Anayasa Mahkemesi de tam manasıyla Cumhurbaşkanı’nın kontrolü altına girmektedir.
Yukarıda açıklandığı gibi, öngörülen sistemde, yasama organı nasıl Cum¬hurbaşkanı’nın kontrolü altına girecekse, aynı sebepten dolayı, yargı organı da Cumhurbaşkanı’nın kontrolü altına girecektir. Zira Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun altı üyesi zaten doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanacaktır; geri kalan yedi üyesi de Cumhurbaşkanı’nın kontrolü altındaki TBMM tarafından seçilecektir.
“Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır”. Buna “tarafsız” ibaresinin eklenmesi sadece makyaj amaçlıdır. Yargı “bağımsız” ise “tarafsız”dır! Mahkemeler ve yargıçlar “bağımsız” değilse “tarafsız” da değildir. Teklif yargıyı bütünüyle partili cumhurbaşkanının vesayeti altına sokacak hükümler getiriyor. Bağımsızlığını ortadan kaldırıyor. Hukuku siyasetin “tasmalı” unsuru yapıyor.
Anayasa değişikliğinin hükümet sistemini değiştirmekten ziyade, asıl amacının HSYK’yı ve Anayasa Mahkemesi’ni yeniden tanzim etmek olduğu iddiasını destekleyen bir veri de şudur: Hükümet sistemine ilişkin değişiklikler, hemen değil, ilk TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birlikte yapılmasından sonra yani 3 Kasım 2019’da yürürlüğe girecektir.
Oysa HSYK’nın üye seçimine ilişkin değişiklik, 16 Nisan 2017 halkoylamasından sonra Anayasa değişikliği kanununun Resmi Gazete’de yayınlandığı gün yürürlüğe girecek ve HSYK’nın yeni üyeleri de izleyen en geç 30 gün içinde seçilecektir.
Çok önem verilen ve tartışmada hep öne çıkarılan
Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni uygulamaya geçirmek için 3 yıla yakın bir süre daha sabretmeyi göze alan siyasi iktidarın HSYK’nın üyelerini değiştirmek için bu kadar acele etmesinin sebebi nedir?
Kamuoyunun dikkatini hükmet sistemi üzerine çeken siyasi
iktidarın, asıl amacı, HSYK üyelerinin seçim usulünü değiştirmek olabilir mi?
Cumhurbaşkanı’nın, Anayasa Mahkemesi ve HSK üyelerinin atanması ve/veya seçilmesindeki yetkileri sebebiyle yargı üzerindeki etki ve denetimi artırılmaktadır.
(Devam edeceğiz.)