HATIRALARIN IŞIĞINDA SEYYİD AHMET ARVASÎ HOCAM  VE TÜRK – İSLAM ÜLKÜSÜ

0
100

HATIRALARIN IŞIĞINDA SEYYİD AHMET ARVASÎ HOCAM 

VE TÜRK – İSLAM ÜLKÜSÜ

 

Efendi Barutcu

20-21 Şubat 2019 

Nevşehir-Niğde

Değerli arkadaşlar, Sevgili gençler;                   

   ‘’Toplumlar şahsiyetlerin üzerinde taşınan birer özel dünyadır. Toplumların tarih içinde aldıkları yer, yetiştirdikleri etkili şahsiyetlerin nüfuzu ile doğru orantılıdır. Şahsiyetler tarihin ruhundan aldıkları ilhamla yönetim, askerlik, edebiyat, fikir-sanat, ticaret ve bilim alanlarında öncülük yapan kişilerdir. Şahsiyetler insanlara, duygusu, düşüncesi ve davranışıyla öncülük ve önderlik ederken, gerekiyorsa canını ortaya koyarken, geniş kitlelerden farklı olduğunu bilir. Tarihin ruhuna karşı sorumluluk duygusuyla, sağlığını, huzurunu, maddi hayatını yeterince düşünmeyen hatta hiçe sayan şahsiyetler, kalabalıklar ortasında bile derin bir yalnızlık içerisinde yaşarlar.

   Şahsiyetlerin yalnızlığına ve her şeyden vazgeçmesine sebep olan onlardaki bütünlüktür. Şahsiyetler, iç bütünlükleri tamamlanmış kimselerdir ‘’ 

. Büyük şahsiyetler tarihin ruhuna, toprağın altındaki uğultuya kulak kabartabilen, Milletin öz benliğine sahip çıkarak milli kıyama hazırlanması için önderlik eden insanlardır ’’

Türkiye Cumhuriyeti devleti, milleti, özellikle Türk gençliğinin 1960’lardan 1980’lere kadar çok yoğun bir şekilde beynelmilel kara ve kızıl emperyalizmin ideolojik saldırılarına maruz kaldığı din, devlet, millet ve Türk-İslam medeniyetine ve Türk gençliğine çok şiddetli fikri ve fiili saldırıların yaşandığı bir dönemde yine milletin bağrından çıkmış Türk milletinin iman ve ruh köküne bağlı  öncü şahsiyetlerden birisi de Merhum Hocam S. Ahmet Arvâsî ’dir.

“1970’li yıllar, Türkiye’mizin ekonomik, sosyal ve kültürel geri kalmışlığı karşısında değişik kurtuluş reçetelerinin çok yoğun şekilde tartışıldığı yıllardı. Bir kısım siyasetçiler ve aydınlar çözüm olarak o zamanki Sovyetler Birliği’nin yayılma aracı olan sosyalist- komünist sistemi, bir kısmı, kızıl Çin’in yayılma aracı olan maoist komünist sistemi, bir kısmı batılı emperyalist güçlerin kapitalist sistemini benimsiyor ve savunuyordu. Bir kısım aydın ve siyasetçilerde Türk Milleti’nin bin yıldır anladığı ve yaşadığı “Yüce Dinimiz İslam”la pek alakalı olmayan İngiliz istihbaratıyla sıkıntılı ilişkileri olan Mısır ve Pakistan kaynaklı bazı tercüme eserlerden yola çıkarak müstakil vatan, milli devlet, milli dil, bayrak kavramlarını reddeden veyahut kendi mensup oldukları etnik unsurların gayretkeşliğini perdelemek için sözde “İslamcı” bir ideolojiyi savunuyorlardı. 

Merhum ilim ve fikir adamı sosyolog Prof. Dr. Erol Güngör Türkiye’deki bu sözde İslamcılık anlayışı ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: 

“İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. 

Bunların maksadı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkede milliyetçi politikayı nötralize etmektir.

Bu azınlıklar “ayrılıkçı bir politika” takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an, kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açıklamaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe “İslâm davasının şampiyonu” olarak görünürler.”

 Türk milliyetçisi Ülkücü aydınlar ve gençler ise, “yabancılaşmadan çağdaşlaşmak” şiarı ile Türk tarihinin engin tecrübelerinin ışığında, Türk-İslam Medeniyetinin muhteşem birikimlerinden istifade ederek, Türk milletinin, iman ve ruh köküne bağlı kalarak maddi manevi kalkınmamızın mümkün olabileceğini savunuyordu. 

 

O yıllar okullarda, üniversitelerde, basın-yayın kuruluşlarında, tarih, kültür, medeniyet düşmanlığının, Allahsızlık propagandasının çok yoğun bir şekilde yapıldığı yıllardı. 

 

O buhranlı günlerde bir kısım Milliyetçi, İmanlı ve vatansever fikir ve kanaat önderleri gibi, Seyyid Ahmet Arvasî hocam da Türk gençliğinin elinden tutuyor onların ruhlarına dokunarak  yol gösteriyor, bu mübarek topraklar üzerinde ‘yeni bir inanç medeniyetinin inşası’ fikrinin meşalesini kafalarda ve gönüllerde tutuşturuyorlardı. 

  • KISA HAYAT HİKAYESİ:

S.Ahmet Arvasî  Ağrı‘nın Doğubayazıt ilçesinde doğmuştur (15 Şubat 1932). Seyyid‘tir. 56 yaşındayken, İstanbul‘un Erenköy ilçesindeki evinde 31 Aralık 1988, saat:11.00’da, daktilosu başında vefat etmiştir.

 

“Arvasîler” olarak bilinen aile, soyadı Kanunu‘nun çıkmasıyla, “Arvasî” soyadını almıştır. Babası, Abdülhakim Arvasî’dir.

 

Ailenin altı çocuğundan birincisi olan S.Ahmed Arvasî, ilköğretime Van‘da başlayıp Doğubayazıt‘ta tamamladı. Ortaokulu Erzurum‘da okudu ve sonrasında Erzurum Erkek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. 

İlk görev yeri Ağrı-Tutak- Mollaşemdin Köyü’dür. Daha sonra Konya‘nın Doğanbeyli 

Nahiyesinde ve yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapar. 

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü – Pedagoji Bölümü’ne başladı ve buradan da 1958 yılında mezun oldu. Balıkesir Savaştepe Öğretmen Okulu’nda ve Balıkesir, Bursa ve İstanbul‘daki eğitim enstitülerinde hocalık yaptı. 1978 yılında İstanbul AtaTürk Eğitim Enstitüsü’nden 24 arkadaşıyla birlikte siyasî maksatlarla sürgün edilen Arvasî, 1979 yılında emekli olmak zorunda kaldı. Emekli olmadan önce  Milliyetçi Hareket Partisi Olağan Kongresi’nde gıyabında  “Genel İdare Kurulu Üyesi” seçildi. 

 

Diğer yandan çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Hergün Gazetesi’nde, “Türk-İslam Ülküsü” başlığı ile günlük makaleleri yayımlandı. 

 

12 Eylül 1980 darbesine kadar partideki görevini ve yazılarını sürdürdü. Darbenin ardından Mamak Cezaevi’ne hapsedildi. Burada işkencelere maruz kaldı ve ilk kalp krizini burada geçirdi. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazdı. Türkiye Gazetesi‘nde “Hasbihal” başlığı ile makaleleri yayımlandı.

 

Başlıca Eserleri;

  • Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz
  • Doğu Anadolu Gerçeği
  • Eğitim Sosyolojisi
  • Hasbihal (6 cilt)

Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlanmıştır:

  • Emperyalizmin Oyunları
  • Devletin Dini Olur Mu?
  • Kadın Erkek Üzerine
  • İnsanın yalnızlığı.
  • İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri
  • İnsan Ve İnsan Ötesi
  • Kendini Arayan İnsan
  • Şiirlerim
  • Türk-İslâm Ülküsü (3 cilt)

  • HAYAT HİKÂYESİNE GİRİŞ

Seyyid Ahmet Arvasî bir öğretmen, başöğretmenden öte bir hoca idi. Asrımızın ender yetiştirdiği ilim fikir deryalarındandı.

 

Bir ahlak adamı idi,

Bir gönül adamı idi,

Bir dava adamı idi,

Bir iman adamı idi. 

Üstün görev ve yüksek sorumluluk duygusuna sahip idi.

 

Gençliğinin büyük bir bölümü fikri, kültürel ve edebi çalışmalar içinde geçmiştir. Daha 1965 yılında “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” kitabını yazarak milliyetçiliğin temel meselelerine işaret ediyordu.

O yıllarda öğrencilerine Türk Dünyası (Turan)nı anlatıyor. Komünist zulümleri altında inleyen Türkistan Türkeri’nin, Balkan Türklüğünün, İran- Irak ve Suriye’deki Türk varlığının çektikleri sıkıntılardan bahsediyordu. Daha gencecik yaşta henüz 17 yaşında iken(1949 yılında) yazmış olduğu “Özleyiş” şiirinde:

 

Tuna neden köpürmüş, kırım neden inliyor?

Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?

Şimdi hazar uzaktan feryadımı dinliyor

Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebed?

Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde

Barbaros’un sesini kaybettik, Akdeniz’de,

Adalar yabancı da, dinmez dertleri bizde, 

Balkan’ımız vatandan ayrıldı mı nihayet?

Nerde bütün Türkeli, Taşkent, Buhara nerde?

Müslüman – Türk ülkesi büyük mavera nerde?

Asya’yı, Avrupa’yı titreten nara nerde?

Vatan parçalanınca yüzümüz gülmez elbet.

Yüce İslam âlemi, boyun eğmiş Haçlıya,

Vicdanı yosunluya, eli kırbaçlıya,

Zaman hasret duyuyor başı hilal taçlıya, 

Nerde kaldı tarih, nerde bizdeki heybet

 

diyerek Türk dünyasına olan hasretini, dile getiriyordu. 

 

  Bütün Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve turan ülküsünün gerçekleşmesi için çok güçlü bir devletimiz olması gerektiğini ifade ediyor, onun için de çok okuyan çok çalışan öğretmenler ve aydınlar olarak ülke kalkınmasında hizmete talip olmak gerektiğini söylüyordu. 

 

2.1. ÖĞRETMENLİĞİ

 

Son derece zeki, çalışkan, çok okuyan, araştıran, güzel ve etkileyici konuşan ve çok değişik bir ders anlatım tarzı olan iyi bir eğitimciydi. Hem ihtisas alanındaki derin kültürü hem de öğretim metodu yönünden fevkalade ve çok kaliteli bir hocaydı. “ O, dersini sadece Batı’dan iktibas bilgilerle değil, Türk toplum yapısına ve hayata dair izahlarla da anlatıyordu.” Dersleri her zaman çok zevkli geçerdi.  . Büyüleyici bir bakış, duruş ve konuşma tarzı vardı”. Karşısındakileri bakışları ile cazibe alanına çeker, mantığı ve belagatiyle büyülerdi”.Gözleri çok etkileyiciydi.

 Türk sosyolojisi hakkındaki düşüncelerini çok etkili bir üslupla bizlere aktarıyordu. Derslerine çok iyi hazırlanıp gelir ve her seferinde bambaşka ve yepyeni şeyler anlatırdı. Onun her dersi bilginin ve düşüncenin geniş ufuklarında zevkli bir seyahatti.  Bu özelliği ve geniş kültürü sebebiyle de onun derslerini bütün talebeleri sabırsızlıkla beklediği gibi çok farklı görüşlerden öğrenciler de kendi derslerini bırakır hocayı dinlemeye gelirlerdi. 

 

Ahmet Arvasî Bey’in ders anlattığı sınıfta tam bir hür fikir ortamı bulunurdu. Hocanın fikirlerinin muhalifi olan her öğrenci de tam bir güven ve huzur ortamında istediklerini söyleyebilirdi.

Arvasî Hoca öğretmenlik mesleğine hiçbir zaman hile karıştırmamıştır. O imtihan notu ve öğretmen olmanın imkânlarını hiçbir zaman silah olarak kullanmamıştır. her öğrenci, bildiğinin karşılığı olan puanı veya notu mutlaka alırdı. hatta bazen daha fazlasını bile aldığı olurdu.

Arvasî Bey, bir eğitimci olarak, talebelerinden, hiçbir zaman mutlak bir itaat ve teslimiyet istememiştir. Onun içindir ki Arvasî Hoca soru soran, itiraz eden ve bu yolla anlamaya çalışan talebelerine (ve diğer kimselere) daha fazla itibar etmiştir. Fiziki durumları itibariyle eksiklik duygusu içinde olan arkadaşlara: 

“İnsanlar yaradılıştan gelen yani elinde olmayan sebeplerle olumsuz gibi görünen durumlarına kafasını takmamalı. 

Bilgi, beceri ve güzel davranışlarla, insanlara faydalı olma ile kişiler öne çıkar ve sevilirler.

 Fiziki görünümüne, ten rengine, esmer oluşuna kafayı takma. bunları bırak. eğer çok çalışır, başarılı olursan, başka kabiliyetlerini öne çıkarırsan bu kaygılarının hiçbir önemi kalmaz” derdi.

Hocamız bize hep iyiyi, güzeli anlattı. Biz de onu çok sevdik. Bu hocanın arkasından gidilir dedik.  Öl dese, uğruna ölecek pek çok öğrenci vardı. Bizimle öğretmen-öğrenci ilişkisi içinde değildi. Bir ağabey kardeş gibiydik. 

 

Arvasî Bey’in talebeleri onun “dava arkadaşları” idi. talebelerine hep bu gözle bakmış ve bu şekilde muamelede bulunmuştur. Ona saygı duyuyorduk, o da bizi seviyordu; sevdiğini değer verdiğini, bizleri önemsediğini hissettiriyordu. Öğrencilerinin yetişmesinde gayretli ve son derece sabırlıydı. O yılların yatılı okul mahrumiyetleri ve sahipsizliği içerisinde yuvarlanan bütün öğrencilerine samimi olarak hemen sahip çıkmıştı.

 

2.2. ŞAHSİYETİ

 

Özü sözü doğru, fikrinin ahlakını yaşayan bir insandı. 

Arvasî Bey’in insana huzur veren ve itimat telkin eden bir görünüşü vardı. Konuşması ve bu konuşması sırasındaki hal ve hareketi ile insanı adeta kendisine doğru çekiyordu. Mustafa Necati Özfatura Bey’in de söylediği gibi: “S.Ahmet Arvasî’nin ifade edilemeyecek bir de manevi yönü vardır ki, bu şahsiyeti, tanınan şahsiyetini çok aşar ve gözleri kamaştırır.”

 

Arvasî Bey fikriyatı ile zikriyatı birbirine tam uyan bir hayat tarzını benimsemişti. Eskilerin tabiri ile “ilmiyle amil” (yani dediklerini, bildiklerini aynen uygulayıp, yaşayan) bir muallim idi. bir kere hocam gayet alçak gönüllü ve o derecede de açık yürekli, samimi bir kimse idi. Bu yüzden kendisine her zaman ve her ortamda ulaşabilmek ve her konuda derdini açabilmek mümkündü. Çoğu kere teneffüs ve dinlenme zamanlarını dahi talebeleri ile geçirirdi.

Hocamız bizim için bir gaye, örnek insandı. Nasıl olmamızı istiyorsa o zaten öyleydi, örneğini hayatıyla, davranışlarıyla gösteriyordu. Dediğini yaşıyor, yaşadığını anlatıyordu. S.Ahmet Arvasi ağır başlı ama kibirli değildi. Vakar sahibiydi. Şahsi övünmeyi asla sevmezdi. “Ben” dediğine hiç rastlamadım. Hep “biz” derdi.

 

O, samimi bir vatansever idi.

Vatan için kan dökmek yetmez. Aynı zamanda ter de dökeceksin. Kan dökerek sahip olduğun topraklarda emeğin, eserinde olacak. Vatan için ter dökmezsen bu toprakları uzun müddet elinde tutamazsın.” derdi. Gittiği her toplulukta kendini saydırır, etrafında kısa zamanda bir sevgi ve saygı halesi oluşurdu.  Hoşsohbetti ama hiçbir laubaliliğine rastlamadım. Bazen saatlerce konuşur. Ama bir söylediğini bir daha tekrar etmezdi. Bu uzun sohbetlerinde asla boş söz söylemezdi. Adeta ilahi bir kaynaktan beslenen çağlayanlar gibi gürül gürül akardı.

Arvasî Hocam, en azgın ve iflah olmaz muhaliflerine dahi son derece rahat ve emin bir ortamda fikirlerini söyleyip, savunmak imkânı sağlardı.  Öyle ki “dişe diş” inatla, ısrarla, hamle üzerine hamle yapılan tartışmalar olurdu. Ama ne pahasına olursa olsun milliyetçiliğinden asla taviz vermezdi.

 

Arvasî Hoca konuşmaları sırasındaki vakur ve kendinden emin duruşu, sakinliği, geniş bilgisi ve çevresine hâkim lider görünüşü ile ilk anda etrafındakileri tesiri altına alırdı. Çevresindekiler fikren veya moral olarak tıkandığında, Arvasî Hoca’nın kendisine danışılan ve danışanı rahatlatan üstün bir özelliği vardı. Özellikle genç meslektaşları ve dava arkadaşları olarak bizleri o anarşi döneminde daima sükûnete, sağduyuya, akl-ı selime, soğukkanlı olmaya davet ederdi.

 

2.3. MÜTEVAZI AİLE HAYATI 

 

Arvasî Bey’in bize en çok tesir eden hususiyetlerinden biri de mütevazı bir hayatı benimsemiş olmasıdır. Ta gençlik yıllarından beri dünyalık hiçbir şeye itibar etmemiştir. Kimseden ikbal beklemeyen bir hayat çizgisi ortaya koymuştur. Dünya metaı umurunda değildi. Onunla beraber hizmete başlayan birçok kişiler yığın yığın dünya malına sahip olmuşken, ömrü boyunca kira evlerinde kalmış kendine bir ev dahi alamamış veya almamış. Eline geçen bütün imkânları davası uğruna harcamıştı.  Ne ailesinin şöhretinden, ne talebeleri arasındaki şöhretinden ne de gazete yazarlığı ve eserleri ile ulaştığı şöhretten, hiçbir şeyden dünyalık bir menfaat sağlamayı hiç mi hiç düşünmemişti. İsteseydi çok imkânlara sahip olabilirdi; ama istememişti. İşte Arvasî Hoca’nın bu idealistliği ve samimiyeti bizi çok etkiledi”.

Arvasî Hoca, “hocam biraz da gelirinizi arttırmayı düşünmüyor musunuz” şeklindeki sorulara;“mal temizdir, mal hayırlıdır… Zenginlik iyi şeydir… ta ki Allah ü  Teâlâ’yı unutturmamak kaydıyla… Ama benim tek gayem rıza-i ilahi’dir. Ben kendimi İslam dinine ve Türk milletine vakfettim. Bir şey de vakfedilirse artık o vakfedilen mal geri alınmaz ”diye cevap verirdi.

 

Yıl 1975, Süleyman Demirel başkanlığında birinci MC Hükümeti kurulmuştu. Milliyetçi Hareket Partisi de hükümet ortaklarındandı. Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem, bakanlık müsteşarı merhum Ahmet Nihat Akay, başta Öğretmen Okulları Genel Müdürü merhum Ayvaz Gökdemir olmak üzere birçok Türk milliyetçisine bakanlık üst kademelerinde görevler vermişlerdi. Bir gün Ankara’dan beni telefonla aradılar: “Arvasî Hoca’ya ulaşamıyoruz, sen kendisiyle bir konuş, milli eğitim bakanlığı üst kademesinde bir görev arzu eder mi bize bildir” dediler. Ben de bir öğlen arası Hoca’ma konuyu açtım. Hoca biraz şaşkın, biraz kızgın bana dönerek: “Kardeşim ne yapmak istiyorsunuz, ben bu okullarda Türk çocuklarına bir şeyler öğretmek çabasındayım. Beni götürüp bir masaya mı bağlayacaksınız, böyle bir şeyi asla kabul edemem” demişti.

 

Hoca yine büyüklüğünü göstermişti. tek maaşlı beş çocuklu bir aile reisi… Bursa’nın Muradiye semtinde, mütevazı bir evde kirada oturuyordu.  Sade bir hayat sürüyor, çok sevdiği Türk gençlerinden, genç nesillerden kopmamak için, onlara bir şeyler verebilmek için yüksek maaşlı, havalı, yetkili bürokratlık (idarecilik) teklifini elinin tersi ile itiyordu.

 

Ülkücü milliyetçi gençliğe ümit ve güveni tamdı.

O büyük insan şöyle diyordu: “İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihler boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihi görevimizi yerine getirmeyelim? Ben, Türk İslam ülkücülerinde bu iradeyi, bu azmi ve bu imanı görüyorum. Allahlın izni ile bütün engellemelere bütün “iç” ve “dış” düşmanlıklara rağmen onlar mutlaka başarılı olacaklardır. Ancak, bu konuda başarıya ulaşmanın en kestirme yolu onların kabiliyet ve ihtisas sahalarını isabetle tayin ederek sağlam bir iş bölümü yapmaları, binlerce yıllık tarihi mirasımızı öğrenmek için kahredici bir çalışma temposuna girmeleri, bilhassa Selçuklu ve Osmanlı kültür ve medeniyet mirasını bütün incelikleriyle kavramak üzere gerekli formasyona ulaşmaları ve eserlerini bu tecrübenin ışığında ve “muasır” gelişmeleri’ de tanıyarak vermeleridir. Yani biz, haysiyetli, şahsiyetli ve kendine has bir terkib içinde verilmiş yeni eserler ve üstatlar beklemekteyiz. Bu Türk İslam kültür ve medeniyetinin “yeniden diriliş hamlesine” girmesi demektir. Mimaride, musikide, resimde kısaca bütün “güzel sanat dallarında “ özgün ve farklı olduğunu ecdadı gibi ispat etmelidir. Türk İslam ülkücüsü gerek tefekkürde gerek güzel sanatlarda ülkemizi saran “yozlaşmanın”, “yabancılaşmanın” kesin olarak bertaraf edilmesi için Türk İslam medeniyetinin yeniden keşfedeceği temelleri üzerinde “asrı hayran bırakacak” eserleri vermeli ve bunu sergilemelidir.”

 

S.Ahmet Arvasî, ülkücü gençlik nazarında ne anlam ifade ediyorsa; ülkücü gençlik de Arvasî Hoca’nın nazarında aynı anlamı ifade etmekteydi. Hoca, ülkücü milliyetçi gençliğin canları pahasına verdiği çileli mücadeleyi:

 

“Eğer Allah, insanoğluna yeni bir hidayet kapısı açacaksa, en güzel surette yaratılmış insanın, yeniden şerefine uygun bir yaşayışa kavuşmasını murad edecekse, görünen odur ki bunu, yine tarihi görevine yakışır biçimde, Türk İslam ülkücüsü, mazlum ve mağdur ‘Anadolu çocukları’ başaracaklardır. Ümidimiz ve duamız budur” diye yorumluyordu.

 

Arvasî Hoca en bunalımlı zamanlarda bile istikbale ümitle bakmayı telkin ediyor, yeni ve büyük bir zuhuru müjdeliyordu: 

 

Yazılarıyla, sohbetleriyle, örnek yaşayışıyla gençlere yol göstermiş ve rehberlikte bulunmuştur. İyi kötü günlerinde, kederli ve sevinçli zamanlarında hep yanı başlarında yer almıştır. Gün olmuş 12 Eylül’ün kâbus gibi üzerlerine çöken zulümleri karşısında onların maneviyatlarını yükseltip geleceğe ait ümitlerini pekiştirmeye çalışmıştır. Gün olmuş gazetedeki köşe yazılarında bu idealist-ülkücü vatan evlatlarını tanıtan ve destekleyen yazılar yazmıştır. Bin bir eza cefa gören, işkencelere maruz kalan, uzun yıllar cezaevlerinde çile dolduran, ülkücü gençlerle ve dava arkadaşlarıyla karşılaştığında;

“Dava adamı olmak kolay bir iş değildir. Bir davaya talip olmak, çileye, meşakkate talip olmak demektir. Hele bir Türk milliyetçisi isen, işin daha da zor demektir. ama yılmak, yılgınlık göstermek yok!!! Milliyetçi ve mukaddesatçı bir Türk genci olarak yoluna devam edeceksin. Böyle şeyler Cenab-ı Hakk’ın takdiridir. Büyük geçmiş olsun” derdi.

 

İrfan Atagün; Ömer ÖzTürkmen Bey’le beraber hocadan kendi gazetemizde yazmasını istedik. arvasî hoca o sırada talebelerinin çıkardığı bir gazetede yazıyordu. Ayrı ayrı yüzümüze baktı ve dedi ki;

-Sizin gazetede yazmak isterim. Çünkü bütün dostlar orada.

Biraz da heyecanla sevinmiştik.

-Fakat! Talebelerimi bırakamam.

Şaşkınlıkla sormuştum.

-Fakat niçin, hoca!

Bütün inancıyla cevap verdi:

-Çünkü onlar, ölüyorlar!… Şehit oluyorlar! Ben öğrencilerimin isteklerini geri çeviremem. Onları kıramam. Sonra huzur-u mahşerde onlara ne derim. Onların yüzlerine nasıl bakarım.

Demek istediğini bütün yüreğimizle kabul ettik… Vefa ve mürüvvet denilen bu idi. ona sevgi ve hayranlığımız artarak devam etti.”

 

Mehmet Pamak 12 Eylül sonrasında kurulan Danışma Meclisi’nde Çanakkale temsilcisiydi. O günlerde Ülkücü Cevdet Karakaş’ın 4 Haziran 1981’ de Elâzığ’da idam edilmesine danışma meclisinde evet oyu vermişti. Daha sonraki tarihlerde arvasî bey karşılaştıkları bir kalabalığın önünde Mehmet Pamak’a ‘Bunu nasıl yaparsın ve o ülkücünün idamına nasıl oy verirsin?’ diye sordu. Mehmet Pamak; ‘Ben hayır desem de yine onaylanacaktı ne fark eder ki?’dedi. Arvasî: “Peki ben idama mahkûm olsam meclise gelse, bana da evet mi diyecektin?” Pamak: “ne münasebet öyle şey mi olur. hiç evet der miyim?” 

Arvasî: “Benim o delikanlıdan farkım ne?”

 

  1. FİKİR ADAMLIĞI

Arvasî Hoca: “Bir ülkenin geri kalmışlığı, insanının geri kalmışlığı ile izah olunmalıdır” diyerek aydın problemine ve beyin göçüne temas etmiş, “ister kara, ister kızıl emperyalizmden gelsin milletimizi İslam idealizmi ve Türk milli şuuru ile koruyabiliriz” demiştir. “Türk coğrafyasının en kıymetli unsuru insandır. Kalkınma ve medenileşme davamızın temelinde bu unsurun işlenmesi, geliştirilmesi ve güçlenmesi ana meselemizdir. İnsanın eğitim ve öğretimi kalkınmanın ve medenileşmenin temel meselesidir.  Medeniyetimizin altyapısında insanımızın zekâsı, özel istidatları, maddi ve manevi potansiyeli esas değil midir? İnsanın zekâsını en ince, en hassas ölçülerle ölçmek, değerlendirmek, işlemek; o coğrafyanın petrolünü işlemekten daha önemlidir.  Biz altının insan zekâsına tercih edildiğini görmek istemiyoruz”.

Batı kültürünü de doğu kültürünü de iyi bilirdi. Batı’yı Müslüman Türk gözüyle yorumlayan çok güzel tahliller yapardı. Bizleri de kendimizi bu şekilde yetiştirmeye teşvik ederdi. Bize her derste: “çok yönlü okuyacaksınız, çok yönlü düşüneceksiniz, olaylara çok yönlü bakacaksınız ve eleştiren bir gözle bakmayı öğreneceksiniz… Kendinizi iyi yetiştirin” derdi. 

 

Nisan 1972’de Balıkesir de üniversiteler ve yüksekokullar arası spor müsabakalarına katıldığım günlerde merhum arvasî Hocamla o günlerin meşhur belediye çay bahçesindeki sohbetine katılarak tanıştım. Ağzından çıkan bir kelimeyi dahi kaçırmamak dikkati ile hocayı dinliyorduk. Problemin kaynağında Türk milletinden kopmuş ve onun maddi manevi değerlerine saygı göstermeyen aydın ve idarecilerin olduğunu misallerle anlattı.

S.Ahmet Arvasî Hocamın tayini 1974 başlarında Bursa Eğitim Enstitüsü öğretmenliğine yapılmıştı. Bu bizim için büyük bir sevinçti. Zira ideolojik mücadelenin alabildiğine çetinleştiği o günlerde, bir yandan Marksist, Leninist ve maoşist aşırı sol grupların ve bölücülerin şirretlik ve saldırılarından kendimizi korumaya çalışırken; öbür yandan da gençliğin ‘sağlam fikirlerle mücehhez’ olması için çaba sarf ediyorduk.  Bu maksatla da bursa’da halka açık konferanslar ve gençliğe eğitim seminerleri düzenliyorduk. Fikri konularda en büyük destekçimiz ve yol gösteren büyüklerimizin başında rahmetli S. Ahmet Arvasî Hocamız geliyordu. 

 

  Bursa eğitim Enstitüsü’nde eğitim sosyolojisi dersleri bir fikir şölenine dönüşürdü.Ülkücülerin yanı sıra Devrimciler ve diğer sağ gruba mensup öğrencilerde hocanın dersini dinlemeye gelirlerdi.

  1968 yılı sonrası gelişen anarşi döneminde, o büyük sabrı, şefkati ve derin bilgisiyle, diyebilirim ki birçok vatan evladının, yanlış fikirlere saplanıp, yanlış ve batıl yollara dalarak heder olmasını önlemiş ve pek çok öğrenciyi kazanmıştır. Milli kültürümüzün kaynaklarını, neleri nasıl okuyup yorumlayacağımızı hep ondan öğrendik.

S.Ahmet Arvasi; toplumun vicdanıdır.

Yabancılaşmadan çağdaşlaşmanın peşindedir. Milletin cevherine uygun yeni bir medeniyetin inşası davasındadır. Bizim medeniyetimiz, Türk milli dehası, İslam iman ve ahlakı ve en ileri müesseseler üzerine kurulu bir terkipten ibarettir. Bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz kendimize has, orijinal bir sistem teşkil eder… İslam’ı üst sistem kabul eden ve onun ışığında Türk kültürünün yoğrulmasıyla meydana gelen en ileri hamleleri ihtiva eden bir sistem, bir düşünce biçimi olarak ortaya çıkar bu terkip. Ve esasen bu sistem Türk milletinin vicdanında yatar. Tarihinden, kültüründen gelir. Mesela, bir Süleymaniye’ye bakın Sinan’ın yanında Türklük de var. İslam da var, muasır medeniyetin en ileri hamleleri de var. Hatta bu yapı kendi çağını bile aşmıştır… Alın, mesela Itri’yi inceleyin… Dede Efendi’yi inceleyin… Bunlarda da hem Türklük var, hem İslamiyet var. Kim ne derse desin, kim inkâr ederse etsin: Türk İslam kültür ve medeniyeti Kuran-ı Azimüşşanla bütünleşmiştir. Bunu görmemek ahmaklık olur.  Bugün nereye giderseniz gidin, hangi şehri incelerseniz inceleyin, hangi şiiri okursanız okuyun, orada bir Türk İslam terkibi vardır.  Bunu görürsünüz. İnsanımızla; dinimiz, kültürümüz, töre ve geleneklerimiz yoğrulmuştur. Bu Batı’da da böyledir. Hristiyanlık eski yunan ve roma ile kaynaşmıştır. Fransız öyledir, İngiliz öyledir, alman öyledir, atamazsınız. Değerler birbiriyle kaynaşmıştır, et ve kemik gibi… Atamazsınız… Bir de şimdi, Türk İslam ülküsü dediğimiz, her türlü yabancılaşmayı reddeden, hem Türk, hem Müslüman hem de çağdaş hamle yapmaya hazırlanan bir hareket var Türkiye’de… Yeni eserlerle, yeni hamlelerle ve yeni kadrolarla… Bu bir rejim meselesi değil bir kültür ve medeniyet hamlesidir”.

3.1. EVLADI RESÜL’DEN OLMASI, SEYYİDLİĞİ

Arvasî Hoca diyor ki: “Ailem arvasî adı ile bilinir. 650 yıldan beri Anadolu’da yaşar. Orhan Gazi ile tanışan ve Anadolu’ya ilk gelen ceddim hacı kasım bağdadi adında bir zattır. Onun oğullarından biri Van Gölü’nün güneyinde Arvasî Köyü ’ne yerleşmiştir.  Biz ondan türemişiz ve çoğalmışız. çok geniş ve köklü bir aileyiz. Şanlı Peygamber’e ümmet olmak, nimetlerin en büyüğü iken; bir de evlat olmakla şereflenmişiz. Bir kere Arvas’lar gerçek bir seyyid sülalesidir. Şahsen kendim, mahkeme kayıtları da dâhil olmak üzere resmi ve tarihi belgelerle hem kendimin, hem de ecdadımın seyyid olduklarını size ispatlayabilirim.  Ama sizi temin ederim ki ben hiçbir zaman seyyidlik tarafımı öne çıkarmadım ve hele bu özelliğim sebebiyle bana ayrıcalıklı bir muamele yapılmasını da hiçbir zaman istemedim”.

 

S.Ahmet Arvasi daima Türklüğü ve Müslümanlığı ile övünürdü.

Ben biyolojik olarak seyyidim. Evlad-ı Resul’üm. Ama sosyolojik olarak Türk milliyetçisiyim. Emir Buhari hazretleri de seyyiddir ama sosyolojik olarak Türk’tür. Biz fatihlerin, yavuzların kardeşleriyiz. Ama sosyolojik anlamda kardeşleriyiz. Milliyetçiliğimiz de sosyolojik anlamdadır, biyolojik anlamda değildir. Tek kurtuluş yolumuz İslam’dır. Kafatasçı değiliz. Irkçı değiliz ama kavimleri de inkâr etmiyoruz. Türküz ve kardeşiz…

“Şanlı peygamberin soyuna mensubum ama afrika’nın yamyam kabilelerinden birine mensup olsaydım ve bugünkü bilgim ve aklım da bana ait olsaydı ben yine Türk milliyetçisi olurdum.” “Çünkü ben amentü’ye iman ettiğim gibi iman ediyorum ki Türk milletinin de, İslam âleminin de mazlum milletlerin de kurtuluşu Türk milliyetçilerindedir. Türk-İslam ülkücülerindedir…”

 

Şuurlu bir Türk milliyetçisi idi:

“Milliyetçilik bir milletin kendini ekonomik, kültürel, sosyal, politik yönden güçlendirmesi ve başka millet ve gruplara sömürtmeme çabasıdır. Bu bakımdan milliyetçilik meşru bir hak ve şuurdur” diyordu.

Büyük İslam âlimi, Vani Mehmet Efendi’ye dayanarak, Oğuz Han’ın Zülkarneyn olduğuna inanır ve Türk milletinden bahsederken “Oğuz’un Çocukları” derdi. “Büyük Oğuz nesli, bütün tarih içinde şahane periyodlar çizerek asrımıza ulaşmıştır ve gelecek zaman için, yine en büyük hamlelere hazır en güçlü milletlerden biridir.”Yine müşahede ediyoruz ki, yeni oğuz nesli Türk milli şuurundan ve İslam’ın ruh ve imanından zerre kadar inhiraf etmeksizin ‘çağdaş Türk İslam davasının ulvi çilesini çekmektedir.” diyordu. Bir kere sahabe-i kiram’dan sonra İslam’a en büyük hizmeti yapan Türklerdir. Bu millet yüzyıllarca İslam âlemini korumuş kollamış ve bu uğurda hiç çekinmeden oluk gibi kanını akıtarak milyonlarca şehit vermiştir.  Bunun yanı sıra İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesine de maddi-manevi büyük katkıları olmuştur. Türk milleti İslam’la bütünleşmiş ve iç içe girmiş bir millettir. Batı’ya, Avrupa’ya gittiğinizde hangi millettensin diye sorarlar. Eğer Türk’üm dersen ikinci soruya muhatap olmazsın. Çünkü bilirler ki sen Müslümansın. Çünkü Türk demek, Müslüman demektir. Ama Arap’a Hristiyan mısın, Müslüman mısın diye soruyorlar… Aradaki farkı şimdi anladınız mı? Türkler millet olarak hep beraber İslam’ı seçen bir millettir İslam’a büyük hizmetleri olmuştur ve hala da olmaktadır. Bulgar’da olabilirsin, Makedon’da olabilirsin; hatta Afrikalı zenci de olabilirsin. Ama ne olursan ol, eğer Müslümansan Türk’e saygı göstermelisin. bu milletin İslam’a hizmetleri unutulmaz, onun için de bu millet sevilir.

 

“Türk milletinin tarihi rolünü, İslam ve dünya insanlığına olan katkılarını yürekten duyarak, yaşayarak anlatır ve böyle bir millete mensup olduğumuz için allah’a şükrediyorum” derdi. 

 

Türklüğü ile iftihar ederdi.

Ahmet Er’den, S. Ahmet Arvasî Bey’in şöyle dediğini dinledim: “Dünyada iki Türk kalsa, biri ben olurum. Bir Türk kalsa o da ben olurum…”

Arvasî Hoca milliyetçilerin arasında “Türkçü”, “İslamcı” gibi bölünmelere asla izin vermez ve bunu önlemek için daima samimi bir gayret gösterirdi. Bu tartışmalarda aşırı gitmeyin zira milliyetçiliğin Türkçü karakterini kaybetmemeliyiz. Bu inceliğe dikkat edin” derdi. Türk milletini savunmak ve onu çok sevmek bana ecdadımdan kalan bir mirastır. Onlar da daima Türk Milleti’nin ve Türk Devleti’nin yanında yer aldılar.

Kapısı ve gönlü herkese açıktı. 

İnanmış Türk gençliğini onun kadar aşk derecesinde seven bir başka insan görmedim. Misafiri için adeta deli olur, ta kapıdan karşılar ve ona ikramda bulunmaktan haz duyardı.

 

Gittiği her toplulukta kendini saydırır, etrafında kısa zamanda bir sevgi ve saygı halesi oluşurdu.  

Arvasî Hoca çok vefalı bir insandı. Dostunu arkadaşını, öğrencilerini hiç unutmazdı. İmkânları elverdiği müddetçe onlarla ilgilenir, gurbette olanları mutlaka arar, sorardı. Diyeceğim şu ki; Ahmet Arvasî Bey’in talebelerine karşı müthiş bir vefası ve bağlılığı vardı. 

 

3.2. HAYIRSEVERLİĞİ, VAKIF ÇALIŞMALARI

İstanbul’da yaşadığı yıllarda da gerek şahsının ve gerekse çevresinin her türlü imkânını zorlayarak mağdur ve ihtiyaç sahibi gençlere yurt, yemek, elbise, harçlık, çalışacak iş, hâsılı aklınıza ne gelirse veya neye ihtiyaç varsa her konuda büyük yardımlarda bulundu. 21 Temmuz 1979 tarihinde kurulup faaliyete geçen Türk Gençlik Vakfı’nın mütevelli heyet başkanı olarak basına yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

 

        “Tarihi ve mukaddes köklerinden yavaş yavaş ve sinsi sinsi koparılarak bugünkü yürekler acısı duruma getirilen ‘maarifimizin’ ve israf edilen gençliğimizin çizdiği korkunç tablo ortadadır. Büyük çapta sahipsiz ve himayesiz bir gençlik, soylu tefekkürden, gerçek ilimden, ulvi sanattan, vasıflı kadrolardan ve her türlü maddi ve manevi destekten mahrum bir maarif…” “öyle bir maarif ki, onun çarkından geçenler, geçmeyenlere nazaran bedence ve ruhça daha perişan, Türk-İslam kültür ve medeniyetine daha yabancı düşmektedir.  Elbette istisnaları var. Lakin yara bütün dehşeti ile ortadadır ve gidişten memnun olacak bir tek Türk dahi düşünülemez.” “o halde, millet kendi maarifine ve kendi gençliğine bizzat kendisi sahip çıkmalıdır. Ve kanuni haklarını kullanmalıdır. Davaya kanunlar çerçevesinde, bizzat kendisi el koymalıdır. Milli tarihe, milli ve mukaddes değerlere, Türk-İslam kültür ve medeniyetine bağlı münevver kadrolar yetiştirmenin yollarını bulmalı veya açmalıdır.” “Türk gençlik vakfı, Allah’ın izni ve milletimizin desteği ile kısa zamanda hedefine ulaşacaktır. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.”

 

Mütevazı bir hayatı vardı.  Son derece sade ve temiz giyinirdi

Öğretmenliği esnasında tıraşsız ve kravatsız bir gününü hatırlamıyorum.

Arvasî Bey’de bütün samimi müminler gibi namaz konusunda çok titizdi. Okuldayken öğle ve ikindi namazlarını okulun mescidinde kıldığına şahidiz. Bizlere; “Namazın yerini hiç bir şey tutmaz. Ne yaparsanız yapın önce namaz… Sakın namazını bırakmayın ve ihmal etmeyin” derdi. Müslüman’ın günlük yaşayışının adeta, bizlere pratiğini gösterir ve bu pratiği de bizlere uygulatırdı. Onu tanıyan herkes Müslümanlığın ne olduğunu, Müslüman’ın nasıl olması gerektiğini onun şahsında ve canlı bir şekilde görürdü. Bu hissiyatla daha o ilk görüşmesinde kendisine hayran kalırlardı. Öyle ki bütün söz ve davranışlarında zerre kadar riya yoktu.  Üzerinde dünya kaygısından hiçbir iz görünmüyordu. Allah ve resulü yolunda adeta mum gibi erimiş ve tam bir teslimiyet içinde olan bir insan hali vardı. Görseydiniz harikulade bir haldeydi, görseydiniz sizlerde hayran kalırdınız.

 

3.3. MİLLİYETÇİLİĞİ, ÜLKÜCÜLÜĞÜ

 

Samimi bir Müslüman, şuurlu bir Türk milliyetçisi ve ülkücüsüydü.

“Milliyetçilik” iddiasındaki herkesten daha milli, “İslamcılık” iddiasındaki herkesten daha Müslüman bir bakış açısı ve hayat felsefesi vardı. Bir gün kendisine ülkücülük nedir diye sorulduğunda cevaben; “ ülkücülük kayıtsız şartsız Allah’a itaat etmek demektir. allah’a itaat etmeyen ben ülkücüyüm demesin.  Allah’tan korksun, Allah’ın Resul’ünden utansın” diye cevap vermişti. (1970)

 

Türk milliyetçiliği, insanlık âlemini bir sürü ve yığın olarak mütalaa etmez. bize göre insanlık milletlerden ibarettir. milletlere ve milliyetlere saygı duymak insanlığa saygı duymak demektir. “insanlık ideali milletleri ve milliyetleri öldürmek değil, aksine onları yaşatmak ve güçlendirmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Türk milliyetçiliği sadece bir aydın ve zümre hareketi değildir. bütün nesil ve tabakaları ile Türk milletini kucaklayan bir fikir hareketidir.

 

Onun programı çağdaş Türk – İslam ülküsünü sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bütün yönleriyle gerçekleştirmektedir. Büyük ve güçlü Türk devletini gerçekleştirme iradesini daima ayakta tutmaktır.  “Evet, Türk milliyetçiliği İslam’ın iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir. bu bir iddia değil, milletimizin vicdanında yatan bir gerçeğin teşhis ve tespitidir.  Türk’ü tanıyanlar bunu da bilirler.  bu noktada belirteyim ki, Türk milletinin dolayısıyla Türk milliyetçiliği’nin davası allah ve resulünün davasıdır. aksini iddia edenler Türk milliyetçilerini ya tanımamakta ya da bühtan etmektedirler” İslam’da milliyetçilik yoktur iddiası milletleri çökertmenin bir başka yolu ve oyunlarından biridir. ben İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslamı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Türk’e düşmanlık İslamiyete düşmanlık ile eşdeğerdir.. anadolu Türk’ü güçsüz olursa bütün İslam ve Türk dünyası esaret altında olur. bu iki dünyanın kurtuluşunun Türkiye’nin maddi ve manevi güçlenmesiyle mümkün olacağına inanıyorum. İslamiyet hiçbir dinle kıyaslanamayacak kadar ileri ilmin verilerine açık, dinamik, birleştirici ve kaynaştırıcı bir sistem getirmektedir. o kapilatizm, sosyalizm komünizm, faşizm ve nazizim gibi yabancı ideolojilerin saçtığı zehiri bertaraf eden bir panzehir ve hayat kaynağıdır.

 

 

3.4. BÖLÜCÜLÜĞE KARŞI OLUŞU

Doğu Anadolu’nun bu yalınkılıç büyük insanı inancı uğruna her şeyi göze alışı, hayatını dahi pervasızca ortaya koyuşu ile örnek bir Türk İslam ülkücüsü idi.  

 

Asla unutmamak gerekir ki yabancı ideolojiler yabancı ve istilacı devletlerin fikir paravanalarıdır. Milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim, buna inandığım içindir ki Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim. Hele bir doğu Anadolu çocuğu olarak doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hain niyetlere, kahpe tertiplere karşı elbette kayıtsız kalamazdım.”

 

Haçlı zihniyeti hiçbir zaman, Müslüman – Türk’ün Avrupa’daki ve Anadolu’daki varlığına tahammül edemedi.

Bütün maksatları Müslüman – Türk’ü Avrupa’dan ve Anadolu’dan atmak, kurduğumuz kültür ve medeniyeti çökertmek, zengin bereketli ve stratejik değeri yüksek olan vatanımızı paylaşmak, İslam Dünyası’nın başsız bırakarak sömürgeleştirmektir. Anadolu’da bin yıllık tarihi maceramız göstermektedir ki, Türk devleti güçlü ve Türk milleti de birlik ise, yalnız biz değil, bütün İslam dünyası da barış, mutluluk ve huzur içindedir. Aksi bir durumda varsa, Türklük ile birlikte bütün İslam dünyası da perişandır. Birçok İslam büyüğünün de belirttiği üzere gerçekten de İslam a hizmet konusunda Ashab-I Kiram’dan sonra Türkler, daima ön planda gelirler. Doğu Anadolumuzda uydurma bir Ermenistan sözde bir Kürdistan kurma planlarının ve hayallerinin arkasında hep bu düşmanca niyetler yatmaktadır. 

Tarihi gerçekler  “Kürt” isminin, bir millet ismi olması nazariyesini tamamen çürütmektedir. İlmi bir yaklaşımla meseleye, bir çözüm bulmak isteyenlerin ortaya koydukları husus, “ Kürt” teriminin bir ırk veya millet anlamını ifade etmediğini göstermektedir. Türkler, Anadolu’ya geldikleri zaman, bu topraklarda ne bir ermeni, ne de bir kürt devleti vardı. Anadolu’yu güya Bizans kontrol ediyordu. O Anadolu ki kırları bomboş, köy ve kasabaları harap ve terk edilmiş, sadece etrafı hisarlarla çevrilmiş şehirlerinde nüfus barındırabilen, eşkıya ve soyguncuların kol gezdiği sahipsiz bir coğrafya parçası durumunda idi. işte, XI. asırda, Malazgirt Zaferi’nden sonra Türkmen, Oğuz ve Avşar boyları bu toplulukların arasına akın akın girmeye ve yerleşmeye başladılar; mukavemet görmek şöyle dursun, bu topluluklara güven ve huzur getirdiler. unutmamak gerekir ki biz Anadolu’yu “vatan” edindiğimiz zaman, bugün dünyada mevcut olan birçok devlet milletin adı ve sanı yoktu. Eğer, emperyalistlerin ve bölücülerin iddia ettikleri gibi bu bölgemizde 5000 yıldan beri yaşayan “Kürt” diye bir kavim ve “Kürtçe” konuşan bir cemiyet bulunsa idi, mutlaka, onlardan kalma bazı tarihi izler ve belgeler bulunacaktı. Oysa böyle bir şey yoktur ve iddialar havada kalmaktadır. Kısaca, bugün “siyasi kürtçülük” yaparak emperyalizmin emellerine alet olan çevrelerin, asla ilmi bir dayanakları yoktur.

1980’den önce iç siyaset âlemimizde bazı partililer ve başta Marksistler olmak üzere bazı ideolojiler, doğu ve güney-doğu Anadolumuzda müsait bir eşinme zemini bulabilmekte idiler. Bir taraftan oy avcıları, bir taraftan vatan bölücüleri, bir taraftan da yabancı ajanlar, doğu ve Güney-Doğu Anadolumuzun dert ve meselelerini alabildiğine sömürmüşlerdir. Gerilik ve sefalet edebiyatı ile geniş halk kitlelerini istismar etmişlerdir. Azınlık ırkçılığı şuuru ile etnik gruplar ihdas edip aziz vatanımızı bilmem kaç devletçiğe bölmek istemişlerdir. Gerçekten de 12 Eylül 1980’den önceki politik ve ideolojik çatışmalar rotasından çıkmış, ülkemiz bütünü ile huzursuzluk ortamına yuvarlanmış, sarsıntı bilhassa doğu ve güney-doğu Anadolumuzda vahim boyutlara ulaştırılmıştı. Demokrasi ve özgürlük adına apaçık bölücülük yapılmış, bu maksatla kurulan açık ve gizli örgütler dış mihraklar ile de işbirliği yaparak bölücü mitingler ve toplantılar yapmıştır.

Düşmanlarımız, Orta Doğu’da kalkınmış, sanayileşmesini tamamlamış, milli bütünlüğü ve birliğini pekiştirmiş şahsiyetli ve güçlü bir Türk devleti istememektedirler. Onlar biliyorlar ki, Türk devleti güçlenir ve Türk milleti bütünleşip ayağa kalkarsa bütün orta doğu bütün İslam ülkeleri ve hatta bütün Türklük dünyası, tam ve yarı sömürge olmaktan kurtulacaklardır.

Evet, bazı ahmak politikacılar, bazı gafil yazar ve çizerler, aldatılmış piyonlar, basiretsiz ideologlar, milli ve mukaddes değerlere yabancılaşmış kadrolar, ajanlar, çeşitli türdeki azınlık ırkçıları, yabancı uzmanlar, misyonerler, barış gönüllüleri… El ele vererek ülkemizi felakete sürüklemek istemektedirler. “kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslam dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa bütün Türk dünyası ile birlikte İslam dünyası da sömürülmektedir. Galiba bu durumu en iyi idrak edenlerde düşmanlarımız. Onun için bütün İslam dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefi Türk devleti ve Türk milleti olmuştur. Tarihten ibret almasını bilenler bunu ayan beyan göreceklerdir. Durum günümüzde de aynıdır.  Onun için diyorum ki, Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler yalnız Türklüğe değil, İslam’a da ihanet etmektedirler”.

Bütün bu ihanet oyunlarını, boşa çıkartmak için: “bugün birlikte yaşadığımız ve aynı kaderi paylaştığımız kendi insanımıza, “dün de beraberdik” şuurunu, gerçeklere dayanarak vermek, yarınki beraberliğimizi “ortak tarih kökü” üzerinde oturtmak bu suretle “tarihte bütünleşmek” gerekmektedir.

 

Türk devleti, “milli eğitimini, milli savunmasının çok önemli bir kaynağı ve dayanağı” olduğunu kabul etmeli, buna göre planlamalıdır. Türk çocukları ve gençleri, bütün vatan sathında istidat ve kabiliyetlerine göre en başarılı biçimde verimli kılınmalı, onları, içtimai, harsi, iktisadi hayatımızın ve siyasi bütünlüğümüzün başarılı birer elemanı haline getirilmelidir. Genç nesiller büyük bir idealizm Türk – İslam kültür ve medeniyetini yeniden yoğurucu ve Türk – İslam rönesansını gerçekleştirici bir ümit ve heyecana kavuşturulmalıdır. Bu sebepten Türk devleti kanunlar içinde kalarak İslam dininin yanlış anlatılmasına, saptırılmasına ve istismar edilmesine asla fırsat vermemelidir. Din eğitim ve öğretimini kendi denetim altında yaptırmalı İslam’ın dosdoğru öğretilmesine ve yaşanmasına samimiyetle ve ciddiyetle yardımcı olmalı ve bu konuda mutlaka milli vicdanı tatmin etmelidir.

Türk’ü Türk’e, doğuyu batıya, bağlayacak, kuzeyi güneyin, güneyi kuzeyin üstüne katlayacak sanatkârlarımız, aydınlarımız, şairlerimiz, ediplerimiz, ressamlarımız, nakkaşlarımız, musikişinaslarımız nerede? 

Türkiye’nin güneyine ve doğusuna bütün hizmet ve haşmeti ile devleti götürmek gerekir.Gerçekten de ehliyetli kadrolar eliyle devletin müşfik, merhametli, adil ve şuurlu otoritesinin girdiği yerde artık başka otoriteler boy göstermez. 

Mahalli idarelere önem vermekle birlikte, asla merkezi hükümet otoritesi zedelenmemelidir. Bilinmelidir ki, Türk milleti, bütün tarih boyunca tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek lider şuurunu korudukça, sağlam ve güçlü bir cemiyet teşkil edebilmiştir. Aksi halde, merkezi otoritenin sarsılması ile kolayca dağılmıştır. Bizim bu cemiyet yapımız bilinerek adım atılmalıdır, bu konuda asla yabancılara özenmemelidir. Tarihten öğreniyoruz ki, Türk milleti daima, “merkezi otoritenin” güçlü olmasını ister. Vakıalar göstermiştir ki, Türkiye’mizde merkezi otorite zayıfladıkça, ülkenin idaresi zorlaşmıştır. Türk tarihinin ciddiyetle inceleyenler, bu tezimize hak vereceklerdir. Türk milleti, bir taraftan geniş hürriyet zemini açacak ferdi dehaya ve şahsiyetlere imkân hazırlayıp diğer taraftan da “ordu – millet” karakterini korudukça çok güçlü devletler kurmuştur.

Mümkün mertebe “kapalı havza evlenmeler” yerine, bütün vatanı üst üste katlayıcı bir “evlenme politikası” teşvik edilmelidir. Karslı; İzmirli ve Edirneli ile Mersinli; Sinoplu ve Ağrılı ile ağrılı; Ankaralı ve Manisalı ile vb. evlenerek millet olarak inanç bağlarımızı kan bağlarıyla da güçlendirmeliyiz. Bölge insanı, Türk milleti ve Türk devleti ile tam bir iktisadi bütünleşmeye götürülmeli, halkımız, kendi devletine minnet ve şükran duyguları ile bağlanmalıdır ki, başka bir komplekse kapılmasın ve devletin sevsin ve yabancı propagandalara aldırmasın. Her milletin siyasi sistemini ve karakterini, o milleti tarihi, coğrafyası, iktisadi, içtimai ve harsi yapısı tayin eder. Milletler birbirlerinin tecrübelerinden faydalanmakla birlikte, bir diğerinin anayasası’nı ve sistemin kopya edemezler. Çünkü anayasaların “milli” karakteri ihmal edilemez.

Türkiye’de siyasi mezhep çatışmalarını, bölgeciliği ve sınıf kavgalarını körükleyici bir particilik anlayışına asla izin verilmemelidir. Devlet de, hükümetler de herhangi bir sınıf ve zümreye mal edilmemeli, her iki müessese de “milli olmak” üzere karakterini korumalıdır. Her milletin idare şeklini; onun tarihi, içtimai yapısı ve milli iradesi tayin eder. Öte yandan, İslam dini kesin olarak “dinde partilere ayrılmayı” yasaklamıştır. “dinlerini bölüm bölük edip fırka fırka olanlarla senin hiçbir alakan yoktur(en-necm suresi ayet:25).

Türk Devleti, akıllı bir diplomasi ile mümkün mertebe kendini çatışmaların dışında tutmalı, çeşitli yönlerden gelen ve gelecek olan tahriklere karşı haysiyetli ve fakat temkinli tepkiler göstermelidir. Öte yandan, uzun vadeli planlar ve programlar yapan, şuurlu bir “hariciye” kurulmalı, Türk’ün dünü, bugünü veya yarını ile çeşitli açılardan hedefleri, en iyi şekilde billurlaştırılmalıdır.

Bütün komşuları ile bilhassa İslam ülkeleri ile münasebetlerini, tarihi hüviyetine ve görevine layık bir biçimde yürütmeli ve buradaki iktisadi, içtimai ve stratejik potansiyelden istifade etmelidir. Anlaşılıyor ki geri kalmışlık bir bölgenin değil, topyekûn Anadolumuzun kötü damgası idi. ülkemizin geri kalmışlığı söz konusu idi. kalkınma bir parça meselesi değil, bir “bütün” meselesi idi. evet, ülkemizin her tarafı, aynı derecede kalkınamamıştı, ama bu bir bölge meselesi yapılmayacak ölçüde girift bir durumdu.

Herkes bilmelidir ki, “kalkınma umumidir” ve herkesin faydasınadır. Bu konuda önemli bir nokta da bizzat bölge halkının kendi kalkınmasını sağlayabilecek bir seviyede şuurlandırılması ve teşkilatlandırılmasıdır. Bu konuda devletin öncülüğü ve rehberliği esastır.

Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu ile

  1. Tarihi bütünleşmeyi,
  2. Harsi(kültürel) bütünleşmeyi
  3. İçtimai(sosyal) bütünleşmeyi
  4. Coğrafi bütünleşmeyi,
  5. İktisadi bütünleşmeyi
  6. Ruhi bütünleşmeyi,
  7. İdari bütünleşmeyi
  8. Siyasi bütünleşmeyi sağlamak 

Ve bu bütünleştirmeleri zorlaştıran ve engelleyen amilleri bertaraf etmek; etkisiz kılmak veya zararlarını en aza indirmek; bütün vatanımızla birlikte doğu ve Güney-Doğu Anadolumuzu “çok faktörlü” yoğruluşa tabi tutmak… Ve bütün bu iller için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlamak. Bütün bunlar için, manevi güç, iman, aşk, ahlak, irade lazımdır; bilinmelidir ki, büyük bir imana ve aşka sahip olunmadan hiçbir şey yapılamaz. “hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayınız. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün(Al-i İmran/103).”

 

  1. ARVASİ HOCANIN SİYASETE GİRİŞİ

 

Rahmetli Alpaslan Türkeş Bey CKMP Genel Başkanı iken 11 Haziran 1968’de Balıkesir’e geldiğinde, Arvasî Bey de Türkeş ile görüşmüş. Bu görüşme sırasında Türkeş, Arvasî Hoca’ya; “Ahmet Bey, partiye yeni bir amblem arıyoruz. Bazı teklifler var. Özellikle de bozkurt ve üç hilal üzerinde duruyoruz. Sizin tavsiyeniz nedir, hangisini seçelim” diye sorar? Arvasî Bey, bozkurtun tarihten gelen milli bir sembol olduğunu, geniş bir kesimde, özellikle gençler arasında kabul gördüğünü belirtir. Fakat bozkurtun bir siyasi parti amblemi olarak toplayıcı ve birleştirici olamayacağını söyler. Üç hilalin milli ve manevi yönü üzerinde durur. Türk milletinin hilale karşı ayrı bir sevgisinin olduğuna dikkat çeker. Ve netice olarak da üç hilalin amblem olarak kabul edilmesini tavsiye eder.   

 

Arvasî Hoca’nın her vesile ile Türklüğün ve İslam’ın kaynaşmışlığını ve vazgeçilmezliğini işaret ettiği gibi merhum Türkeş Bey de, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız” , “Türklük bedenimiz İslamiyet ruhumuzdur, ruhsuz beden cesettir”, ”Türklük; gurur ve şuuru, İslam; ahlak ve fazileti” özdeyişleriyle meselenin esasını ifade etmiştir. 

 

Arvasi Hoca İstanbul’a yerleştikten sonra Türkeş Bey’le yeniden ve sıkça görüşmeye başlamışlardı.. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’i ikna edip ömrünün son yıllarından Türk milliyetçilerinin saflarında yer almasını sağlayan da Seyyid Ahmet Arvasi’dir. Alpaslan Türkeş ve Arvasî aynı mukaddes davanın müdafileri olarak kahırlı, sıkıntılı ve kötü günlerde de beraber oldular ve aynı kaderi paylaştılar.10 Haziran 1979’da yapılan 14. MHP Büyük Kurultay’ında Genel İdare Kurulu’na gıyabında aday gösterilip seçilmişti. Hâlbuki onun ne böyle bir talebi olmuş ne de böyle bir şeyi aklından geçirmişti. Zaten o günlerde devlet memuruydu, istese de aday olamazdı. Ama iradesi dışındaki bu tecelliyi reddetmeyi de uygun bulmayarak emekliliğini istedi. mhp genel idare kurulunun ancak 8-9 toplantısına katılabildi.

  • 12 EYLÜL VE SONRASI

12 Eylül darbesiyle tutuklandı. Mamak’ta ve Ordu Dil İstihbarat Okulu’nda büyük sıkıntılar yaşadı. MHP Genel İdare Kurulu üyesi olmasaydı muhtemel ki o sıkıntıları çekmeyecekti. Ama hiçbir zaman da şikâyetçi olmadı, sitemkâr davranmadı.

 

Ahmet Arvasî’nin 12 Eylül ve sonrası günlerde yaşadığı olaylar şöyle gelişmiştir:

18 Eylül 1980 perşembe günü saat 17.00 de evi arandıktan sonra 4 polis 1 asteğmen nezaretinde evinden alınarak; 21 Eylül 1980 Pazar günü gece saat 21.00 de Ankara’ya gönderilir, 22 Eylül 1980 Pazartesi günü önce Merkez Komutanlığı İstihbarat Dil Okulu’na daha sonra da 13 Kasım 1980 Perşembe günü Mamak Askeri Cezaevi’ne götürülür. O günleri anlatırken, “Mamak’ta demir kafese konularak maymun teşhir eder gibi, teşhir edildik”. “mamak” dünyada ki cehennemin bir misalidir” der.

Bu da kötünün iyisi” diyebileceğimiz ne bir anı ne de bir yeri vardır. Mamak cehenneminde zamanın her anı, mekânın her yeri ve görevlilerce yapılan muamelelerin her çeşidi, adeta ve kötülük ve zulümde birbiriyle yarışmaktadır. Arvasî Hoca’nın esasen kalbinden rahatsız olarak geldiği bu fevkalade olumsuz şartlarda hastalığı iyice arttı.  5 gün içinde üç ayrı hastanede sekiz doktor onu muayene etti veya durumunu inceledi ve netice 20 Kasım 1980 tarihinde Askeri Mevki Hastanesine yatırıldı. 9 Ocak 1981 tarihinde hastanede yatmakta iken tahliye oldu.(Seyit Ahmet Arvasî’nin tutukluluk hali 18 Eylül 1980- 9 Ocak 1981 tarihi arasında toplam 114 gündür) MHP Genel İdare Kurulu üyesi” olmak suçu (!) ile ve “ 5-15 yıl arasında ağır hapis” cezası isteği ile yargılandı ama netice de beraat etti.

  • SON GÖRÜŞMELERİMİZ

Mahkûmiyetimiz tamamlandıktan sonra 1986 senesinde arkadaşım Metin Kaplan ile beraber Arvasî Hoca’yı ziyarete gittik.. İnanç ve heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. 

Arvasî Hoca’da bizim gibi ‘kurtarıcının(!) zulmüne’ maruz kalmıştı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki yönetimin Türk milliyetçilerine reva gördüğü muamele, hepimizde olduğu gibi Hoca’nın ruhunda da derin izler bırakmıştı. Şahsı adına değil; ama Türk Milleti’nin geleceği adına duyduğu endişe ve ıstırapları yüzünden okumak mümkündü.

“Biz bu ülkenin temel taşlarıydık, sahibiydik. Müslüman’dık, milliyetçiydik. Bizlere yapılan bu işkence, bu hakaret bu cefayı hiçbir zaman hak etmedik; ama bize bunlar yapıldı” diye ifade ediyordu, ama netice olarak devlete küsmedi ve devlete hizmetten vazgeçmedi. Biz bir aileyiz, kavga da olacak, dövüş de olacak; ama neticede ülkemizi çok iyi günler bekliyor. Bize sevgi ile insanları kucaklamak düşer. Biz bu ülkenin temel taşlarıyız. Küsmek darılmak yok… bu memleketin sevdalısı olmak farklı bir şeydir” diyordu. 

 

Her şeye kaldığı yerden yeniden başladı. Çevresinin maneviyatını yükseltti ve milliyetçi-ülkücü kitlenin devlet ve millet sevgisi etrafında yeniden kenetlenmesini sağladı. O günlerde bile Arvasî Hoca’nın mütevazı evi ardı ardına gelen ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Sahipsiz, çaresiz, yorgun ve yılgın insanlar hocadan aldıkları feyz ve ilhamla maneviyatları yükseliyordu. Neticede azimleri bilenmiş, sıkıntılara tahammül gücü artmış ve geleceğe dair ümitleri tekrar yeşermiş olarak o evden ayrılıyorlardı. 

  • VE EBEDİ HAYATA YÜRÜYÜŞÜ 

’Sıradışı bir öğretmen, büyük bir idealist, kelimenin kâmil manasıyla müstesna bir dava adamı, kıble yürekli hilal bakışlı ve kainatın solmayan Gül’ünün dalında biten bir ‘’Gül’’ goncası olan O’nun ahlâkı ile ahlâklanan ve her hâli O ‘’Gül’’ü hatırlatan Seyyid Ahmet Arvâsî Hoca’’ 31 Aralık 1988 günü saat 11.00 sularında İstanbul Erenköy’deki evinde, daktilosunun başında son yazısını yazarken bir kalp krizi neticesi dünya misafirliğini noktaladı, kelime-i şehâdetle son nefesini verirken tertemiz ruhunu ölüm meleğine teslim edip Rahmet-i Rahman’a kavuşmak için Hakk’a yürüdü ve yeni yılda bâki alemdeki hayatına yepyeni bir takvim astı.

Ve ‘’tarih önünde imtihana tâbi tutulmuş, bütün soruları soylu bir milletin istikbâli hakkında sorulmuş, zaman ve mekân bütünlüğü içinde sadece Allah ve Resûlüne karşı sorumlu olduğunun şuuruyla cevaplamış, her güçlüğe göğüs germiş bir Anadolu insanı… Manevî pınarlardan beslendiğinden hiç kimsenin şüphe etmediği Allah dostlarından dizili silsilenin son halkası…’’ olan rahmetli Hocam S.Ahmet ArvâsÎ ’nin cenazesi 1 Ocak 1989 günü öğleyin Fatih Camii’nde on binlerce kişinin kıldığı cenaze namazının ardından; ‘’Emrolundukları gibi dosdoğru olmaları’’ (Hud Suresi 11/112; Şurâ, 42/15), ‘’İlay-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem’’ çizgisinde nihai istikametlerini bulmaları, bir ömür gazi derviş kalmaları için büyük emekler sarf ettiği her yaştaki ülkücüler ve çok sevdiği Türk gençliğinin omuzlarında ‘’Peygamber Efendimiz’de tebarüz eden birçok güzellikleri bünyesinde toplayan’’ bu güzel insan tekbir ve salavatlarla Edirnekapı Mezarlığı’nda gözyaşları, Fatihalar ve dualarla toprağa verildi.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun…

 

Muhterem arkadaşlar, sevgili gençler;

 

1970’li yıllarda üniversite ve yüksekokullarda yetişen Türk milliyetçisi gençler ve onların ağabeyleri, ölüme ‘hayata koşar gibi’ koştular. Yoğun propagandalar karşısında suskun, bitkin, gayesiz gençliğe güven verdiler, ışık oldular, yol gösterdiler.  Anadolu’nun en ücra köşelerinde, sarp geçitlerin arkasında, yüksek yaylalarda, engin ovalarda, kafalarda ve gönüllerde Türk – İslam ülküsü çerağını tutuşturdular. Yandılar, kavruldular, şehit oldular, ocakları dağıldı, istikballeri söndü ama yılmadılar. Sabrettiler.  Gencecik bedenleri, yara bereler içinde kaldı. Gönül yaraları hala kanamakta… Yitik hayatlar… Yarım kalan sevdalar… Canlarından aziz bildikleri vatanları, ebed-müddet bildikleri devletleri ve mukaddesleri uğruna bütün varlıklarını gözlerini kırpmadan feda ettiler. Devletin namusunu, Türklüğün mukaddeslerini çiğnetmediler. Seyyid Ahmet Arvasî Hoca, fikir ve hizmet planında bu neslin öncülerindendi.

 

Sevgili Gençleri; yeryüzünde hiçbir büyük iş, yüreği yanmayan, çile çekmeyen insanlarca başarılmış değildir. Her ülkü, her büyük hareket, ancak ve yalnız büyük gönüllü insanların, gönülleri mukaddes ülkü ateşiyle yangın yerine dönmüşlerin, inandığı dava uğruna her çeşit tehlikelere, alçaklıklara, tuzaklara karşı inanılmaz bir cesaretle karşı koymuşların, ömrü boyunca asla zaaf alameti göstermemiş, çilekeş ve kudretini hakikatten, hakka inanmışlardan alan ‘büyük adamların’ liderliği, önderliğiyle başlatılmış ve başarılmıştır. İşte Seyyid Ahmet Arvasî bu büyük mücadelenin fikir ve ahlak kahramanlarından biridir. Arvasî Hoca’nın, Dündar Taşer’in, Gün Sazak’ın, Atsız Bey’in, Türkeş Bey’in, Erol Güngör’ün, Necip Fazıl’ın, Osman Yüksel Serdengeçti’nin, Galip Erdem’in, Nevzat Kösoğlu’nun ve tarih boyunca Türk – İslam davası için şehadet şerbetini içen şehitlerin aziz ruhları şimdi sonsuzluklarda bizi tebessümle seyrediyorlar.

 

Devlet-i ebed müddet fikrine inanmışlar, Türklüğün mazideki ihtişamından, gelecekteki büyük hedefine mutlaka varacağına inanmışlar, demir dağları eritmemizi bekliyorlar. Bu büyük davaya hizmet eden herkes için yüce peygamberin huzurunda diz vurup şefaat dileyecekler. Bu kutlu kervanda sizlerde olmak istiyorsanız bu kahramanların hayatlarını ve mücadelelerini kendinize örnek almalısınız. Türk- İslam ülkücülüğünü; Türklüğün, İslam âleminin ve bütün insanlığın geleceğine dair bir medeniyet tasavvuru olarak düşünemiyorsanız, paranız, bilginiz, teknolojiniz olmasına rağmen;  görgünüz, irfanınız, yol haritanız yoksa bugün altında yaşadığımız gökkubbeyi  “kendi gökkubbemiz” yapan dinamikleri bulamıyorsanız boşuna uğraşıyorsunuz demektir.

 

Türkiye’nin geleceği, öncelikle yüksek bir özgüven duygusuna sahip olmamıza bağlıdır. Eğer bir milletin kendine güveni yoksa, özgüvenini kaybetmişse, tarihte yeniden var olacağına dair psikolojik zeminini kaybetmişse, gerçekten de çok büyük sıkıntı var demektir. Ama ne kadar zor şartlar olursa olsun bir milletin gençleri, fertleri, aydınları “Ben bu tarihte özne oldum, tekrar özne olacağım!” iradesi taşıyorsa ve güçlü bir özgüvenle tarihe bakıyorsa, o milletin tarihe mutlaka sunacağı yeni değerler var, demektir. Bizlerin, bir kere bütün zorluklar karşısında güçlü kimliğimize, kültür birikimimize, tarihi derinliğimize, medeniyet ve büyük devlet  kurucu tecrübemize güvenerek, tarihte tekrar güçlü bir şekilde özne olacağımızın inancını taşımamız lazımdır. Çünkü biz, hiçbir zaman tarihin edilgen unsuru olmadık, olmayacağız. Zorluklarla karşılaşabiliriz. Ama aşamayacağımız hiçbir bir zorluk da yoktur.

 

Tanrı Kut Mete’den yakınçağlara kadar Tanrıdağlarının eteklerinden uzakları yakın eden rüzgar kanatlı atlarıyla bütün bir cihana yayılan Türk milletinin bugünkü evlatları sesten 20 kat hızlı uçakları imal etmelidir.Okla yükselen milletin bugünkü evlatları kıtalar arası nükleer başlıklı füzeleri imal etmelidir.  Mızrakların delemediği Çelik kalkanlar yerine füze savunma sistemlerini , en yüksek bilgisayar teknojilerini keşfedip imal etmelidir. Çağının en gelişmiş rasathanesini kuran Uluğ Bey’in torunları uzayın derinliklerini fetih yoluna çıkmalıdır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen şanı yüce peygamberimizin bugünkü takipçileri günümüz insanlığının hasret ve ümitle beklediği yeni bir iman ve aşk medeniyetinin ahlaki temellerini kuracak değerler üretebilmelidir. Ahmet Yesevilerin , Hacı Bektaş-ı Veli , Yunus Emre ,Hacı Bayram-ı Veli,Mevlana gibi büyük ahlak kahramanları sizin aranızdan çıkmalıdır.

.Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacip’in, Medünetül Fazıla ( Erdemliler Şehri) nin yazarı Farabi’nin  torunları çağımız da hukukun üstünlüğüne tam manasıyla riayet eden hukuk devletini kuracak fikri, felsefi, ahlaki temelleri ortaya koymalıdır.İbn-i Sina’nın, Akşemseddin’in bugünkü torunları insanların düçar olduğu ruhi ve bedeni hastalıkların şifalarını bulabilmelidir. Aranızdan yeni Aziz Sancarlar çıkarmalısınız.Dünyanın en başarılı sporcuları , musikişinasları , sanatkarları , mimarları, hekimleri, eğitimcileri sizin aranızdan çıkmalıdır.Dünyanın bir çok ülkesinin gençlerinin dudaklarında Türk müziğinin engin nameleri terennüm edilmelidir. Mazide ki ihtişamından gelecekteki büyük hedefine mutlaka varacağına inandığımız büyük Türk milletinin tarihi tecrübeleri , medeniyet kurucu vasfı ile bunları başaracak kültürel genlere sahiptir. Siz isterseniz o bir hayal değildir ve yeryüzünde varlığınızın devamı birazda bu hedeflere varmamıza bağlıdır. Türk  milleti , islam alemi ve bütün bir insanlık bunu beklemektedir.

 

Sizleri müşterek idealimiz milliyetçi büyük Türkiye’nin, gelecekteki muhteşem Türk birliğinin müjdecileri olarak selamlıyorum.

 

Faydalanılan Kaynaklar:

  • Kendi şahsi hatıralarım ve müşahedelerim
  • Seyyid Ahmet Arvasi Külliyatı, Bilge Oğuz Yayınevi- İstanbul
  • M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet Arvasi, İzmir.
  • Hakkı Öznur,  Seyyid Ahmet Arvasi, Alternatif Yayınları.
  • S.Ahmet Arvasi; Doğu Anadolu Gerçeği, Bilge Oğuz Yayınevi, İstanbul, 2008.
  • S.Ahmet Arvasi; Türkiye’de Şark Meselesi Ve Alınacak Tedbirler, Bilge Oğuz Yayınevi, İstanbul, 2009.


CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz